Bir “taşralı” olarak İstanbul’a işimiz düştükçe yılda bir kaç kez gider, ardından kimilerinin “büyük köy” dediği Ankara’mıza, özlem içinde ve “oh diyerek” döneriz. Aslında her ne kadar Yahya Kemal, “Ankara’nın en çok nesini seversin?” Sorusuna yanıt verirken, “İstanbul’a dönüşünü…” dediyse de, anlayacağınız benim için durum tersinedir.
Neden mi?
Aman kardeşim, o ne trafik, o ne üstüne üstüne gelen bina kalabalığı, o ne pahalılık, o ne stres. Yani düşünüyorum da , “maaşlarıyla geçinmeye çabalayan, hele de -günlük yaşayan- İstanbullulara Allah kolaylık versin” diyorum.
Neden mi?
Geçen gün metroda, çantamdan düşürdüğüm bir not defteri neden oldu, bir genç kadınla tanıştım. Aynı durakta inip, aynı yöne yürüdüğümüz için, yol boyu sohbet ettik, yarına dönük sosyal sigorta şurada dursun “bir sonraki öğünü için bile garantisi bulunmayan” genç kadın bana yaşamını anlattı. Kocasının zaman zaman inşaat işlerinde çalıştığını, ilkokul ikinci sınıfa giden bir oğulları olduğunu, “günlük kazanıp, günlük yaşadıklarını” böylece öğrenmiş oldum.
Kendinizi onun yerine koyabiliyor musunuz?
-Kira nasıl ödenecek? Okula giden çocuğa çanta defter kırtasiye malzemesi kıyafet nasıl alınacak? Akşama ne pişirilecek? Çocuk (artık bıkmış olsa da!) akşama pişecek bulgur pilavının domatesi, biberi, yağı, soğanı bulunabilecek mi?
Diyeceksiniz ki, -İstanbul’da böyle de Ankara çok mu farklı?- evet haklısınız ama bizim “büyük köy”deki durum henüz! Bu kadar zorlayıcı değil.
Kimileri “geçinemeyen İstanbul’a gelmesin” diye kestirip atıyor, iyi de, “evde temizliği yaptıracak, bebeğe-yaşlıya baktıracak kimse bulamıyoruz” diyen de siz değil misiniz?
Neyse işte, yol arkadaşımdan ayrılıp, kafamda hiç durup susmayan bu çelişkilerle bunalmışken, metro durağının bitişiğindeki ormana yönelip, biraz yürüdüm… Attığım her adım, beni kasvetli düşüncelerden biraz daha kopardı, yürüdüm yürüdüm, sonunda dertten tasadan uzaklaşıp adeta dünyaya yeniden gelmiş gibi oldum.
-Ormanı nereden buldun da yürüdün?
Diye soruyorsanız, Atatürk Kent Ormanındaydım... (*)
Başta da anlattım ya, biz “taşralılar” için İstanbul’u keşfetmek kolay değil. Sizler belki birkaç yıldır burayı biliyordunuz, hatta günlük yürüyüşler, hafta sonu piknikleri için çoktandır adres tutmuştunuz ama benim için burası yıllarca önünden geçip gittiğim, yüksek çitler ardına gizlenmiş, çok merak edip bir türlü çözemediğim bir “esrarlı bahçe” idi.
Aaaa, sonunda bir gün bir baktık ki bu “saklı cennet,” İBB tarafından yeniden düzenlenip “Atatürk Kent Ormanı” adıyla İstanbullulara açılmış. Ördeklerin, kuğuların mekan tuttuğu, muhteşem göletleri, kuş cıvıltılarıyla şenlenen yürüyüş yolları, güneş ışıklarını zarafetle gölgeleyen manolyaları çamları, selvileri ve sayılması güç nadir ağaçları ile “hepimizin” oluvermiş…
Düşünüyorum da yıllardır gözlerden saklanan bu cennetin anahtarı acaba kimlerdeydi?
Kim bilir o bin dönümlük arazi kimlere peşkeş çekilecek, üzerine kaç villa, kaç gökdelen inşa edilecekti?
Siz bu sorunun yanıtını merak etmiyor musunuz?
(*)
Neden mi?
Aman kardeşim, o ne trafik, o ne üstüne üstüne gelen bina kalabalığı, o ne pahalılık, o ne stres. Yani düşünüyorum da , “maaşlarıyla geçinmeye çabalayan, hele de -günlük yaşayan- İstanbullulara Allah kolaylık versin” diyorum.
Neden mi?
Geçen gün metroda, çantamdan düşürdüğüm bir not defteri neden oldu, bir genç kadınla tanıştım. Aynı durakta inip, aynı yöne yürüdüğümüz için, yol boyu sohbet ettik, yarına dönük sosyal sigorta şurada dursun “bir sonraki öğünü için bile garantisi bulunmayan” genç kadın bana yaşamını anlattı. Kocasının zaman zaman inşaat işlerinde çalıştığını, ilkokul ikinci sınıfa giden bir oğulları olduğunu, “günlük kazanıp, günlük yaşadıklarını” böylece öğrenmiş oldum.
Kendinizi onun yerine koyabiliyor musunuz?
-Kira nasıl ödenecek? Okula giden çocuğa çanta defter kırtasiye malzemesi kıyafet nasıl alınacak? Akşama ne pişirilecek? Çocuk (artık bıkmış olsa da!) akşama pişecek bulgur pilavının domatesi, biberi, yağı, soğanı bulunabilecek mi?
Diyeceksiniz ki, -İstanbul’da böyle de Ankara çok mu farklı?- evet haklısınız ama bizim “büyük köy”deki durum henüz! Bu kadar zorlayıcı değil.
Kimileri “geçinemeyen İstanbul’a gelmesin” diye kestirip atıyor, iyi de, “evde temizliği yaptıracak, bebeğe-yaşlıya baktıracak kimse bulamıyoruz” diyen de siz değil misiniz?
Neyse işte, yol arkadaşımdan ayrılıp, kafamda hiç durup susmayan bu çelişkilerle bunalmışken, metro durağının bitişiğindeki ormana yönelip, biraz yürüdüm… Attığım her adım, beni kasvetli düşüncelerden biraz daha kopardı, yürüdüm yürüdüm, sonunda dertten tasadan uzaklaşıp adeta dünyaya yeniden gelmiş gibi oldum.
-Ormanı nereden buldun da yürüdün?
Diye soruyorsanız, Atatürk Kent Ormanındaydım... (*)
Başta da anlattım ya, biz “taşralılar” için İstanbul’u keşfetmek kolay değil. Sizler belki birkaç yıldır burayı biliyordunuz, hatta günlük yürüyüşler, hafta sonu piknikleri için çoktandır adres tutmuştunuz ama benim için burası yıllarca önünden geçip gittiğim, yüksek çitler ardına gizlenmiş, çok merak edip bir türlü çözemediğim bir “esrarlı bahçe” idi.
Aaaa, sonunda bir gün bir baktık ki bu “saklı cennet,” İBB tarafından yeniden düzenlenip “Atatürk Kent Ormanı” adıyla İstanbullulara açılmış. Ördeklerin, kuğuların mekan tuttuğu, muhteşem göletleri, kuş cıvıltılarıyla şenlenen yürüyüş yolları, güneş ışıklarını zarafetle gölgeleyen manolyaları çamları, selvileri ve sayılması güç nadir ağaçları ile “hepimizin” oluvermiş…
Düşünüyorum da yıllardır gözlerden saklanan bu cennetin anahtarı acaba kimlerdeydi?
Kim bilir o bin dönümlük arazi kimlere peşkeş çekilecek, üzerine kaç villa, kaç gökdelen inşa edilecekti?
Siz bu sorunun yanıtını merak etmiyor musunuz?
(*)
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.