Big
Forum Üyesi
- Katılım
- 18 Eki 2022
- Mesajlar
- 1,811
- Puanları
- 0
[BGCOLOR=white]Ülkenin siyasi manzarası, geçiş dönemlerinin huzursuz sularında yelken açmış durumda. [/BGCOLOR]
Normalleşme adı altında sunulan hamleler, acaba gerçekten toplumu rahatlatmak için mi yapılıyor, yoksa mevcut iktidarın oyun alanını genişletmek için mi?
Peki ama hangi normalleşme? Şeffaflığın olmadığı, perde arkasının kamuoyuyla paylaşılmadığı, üzerinde sağlıklı bir tartışmanın bile yaratılamadığı sürecin adı mı normalleşme?
Normalleşme, anayasayı yok sayan, demokrasiyi tramvay gören bir anlayışla nasıl mümkün olabilir? Kılıçdaroğlu'nun bu konudaki çabaları ve tepkileri, yıllar süren genel başkanlık görevi boyunca oluşan derin aidiyet duygusu, partiyi sahiplenme çabası ve emeklerinin boşa gitmesi kaygısından kaynaklanıyor. Türkiye'nin demokrasisi, devlet aygıtı, kurumsal yapısı, hukuk sistemi ve adalet mekanizması ciddi zarar görmüş durumda. Bu yaraların "normalleşme" süreçleriyle sarılması beklenemez; Türkiye'nin derinlemesine dönüşüme ihtiyacı var. Kılıçdaroğlu da bu gerçeği görüyor…
Erken seçimin önüne geçmek, CHP'yi oyalamak, acı reçeteleri yutturmak ve anayasa değişikliği için kurulan tuzaklar... İktidarın muhalefeti düşürmeye çalıştığı oyunlar bunlar… Cumhurbaşkanı’nın, muhtemelen futbolcu geçmişinden gelen, top çevirme taktikleri…
İktidar zaman kazanmaya ve seçim mağlubiyetini zamana yayarak hafifletmeye çalışıyor. Ana muhalefet partisinin sert muhalefet yapmasının önüne geçmek, onu mümkün mertebe pasifize etmek de gayelerin başında geliyor. Erdoğan, oyunu kendi sahasına çekerek yönetme, muhalefeti de muhalefet olmaktan çıkarma peşinde, Özgür Özel’in bu niyeti başından beri farkediyor olması gerekirdi…
Ekonomi dibe vurmuş durumda ve bu bağlamda iktidar, ekonomik krizin siyasi sonuçlarını yönetme çabasının bir parçası olarak, ”normalleşme" ve "yumuşama" kılıfıyla, günün sonunda ekonominin faturasını muhalefetin üzerine yıkmayı, CHP’yi köşeye sıkıştırmayı hedefliyor.
Zaten Erdoğan'ın, "Ana muhalefetle iktidar partisi arasında siyasi ittifak olmaz. Yumuşama olur, normalleşme olur... Bizim siyasette yumuşama, muhataplarımızın ifadesiyle 'normalleşme' çabası, aslında muhalefeti normalleştirme çabasıdır. Sıkılı yumrukları açacak olan muhalefettir," demesi suçu direkt muhalefete atar nitelikte. Öz eleştiriden eser yok.
İktidarın anomalliklerinin normalleşmesini beklemek zaten büyük saflık olurdu…
Özgür Özel'in buna cevabı, Erdoğan'ın sözlerine mizahi bir ayna tutar nitelikte: "Normal bir açıklama olmamış. Bu açıklamanın da normalleşmeye ihtiyacı var," diyor. Sarkastik tonuyla, iktidarın “muhalefet normalleşsin” arzusunun aslında ne kadar absürd olduğunu vurguluyor.
Sonuç itibariyle, normalleşme umudu, hızlı başlamış olsa da, aynı hızla sona eriyor; ya da balon gibi sönüyor desek daha doğru olur.
***
Özgür Özel-Erdoğan arasındaki “normalleşme” görüşmelerinden sonra bir de CHP heyeti ile Mehmet Şimşek arasında gerçekleşen 4 saat 15 dakikalık görüşme dikkat çekti.
Dünyanın hiçbir yerinde muhalefetin gölge bakanları, görevdeki bakanlarla bu şekilde doğrudan görüşmez. Bu durum, literatürde örneği olmayan bir davranış biçimidir. Bu tür aksiyonlar hem muhalefet partisini daha acemi ve zayıf gösterebilir, hem de mevcut ekonomi yönetimini, birbirinden yanlış ekonomi politikalarını yok yere meşrulaştırır…
Toplantının sonunda, CHP’li Yalçın Karatepe, gerçekleşen bu uzun diyalogun ardından, hükümetin vatandaşa yönelik "acı reçete" yaklaşımında bir değişim iradesinin olmadığını ne yazık ki gördüklerini dile getiriyor.
Keşke bu gerçek, herkes tarafından görülebilse ve anlaşılsa…
Ekonomide samimiyetle ve tutarlı bir biçimde rasyonel zemine dönülmeden, hukuk devleti olmayı başaramadan, adil yargının, ifade özgürlüğünün esamesi okunmazken, bu sözde normalleşmeler nasıl gerçek hayata geçirilebilir ki? Aksine acı reçetelerin biri bitmeden diğeri başlar, geçici çözümler göstermelik yara bantları gibi sunulurken vatandaşın yükünü artıracak politikalar kapıda yığıldıkça yığılır.
Ülkenin iç koşulları her anlamda derin bir onarım gerektiriyor. Ekonomik manzaraya bakıldığında, yüksek enflasyon ve derinleşen bir krizle karşı karşıyayız; yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlarca insan var. İnsanca yaşam koşullarının da, demokratik bir ortamın da yerinde yeller esiyor.
Diyalog, olumlu bir adım mıdır? Elbette. Ama ya içi boşsa? O zaman sadece kurnaz siyasi manevralara hizmet ediyordur.
"İrtibat" önemli, evet. Kavgasız, usulca konuşmak, bu topraklar için altın değerinde. Ama bu sizin cebinizi doldurmuyorsa, daha da vahimi, elinizdeki azıcık kazanımı da alıp götürme riski taşıyorsa... İşte o zaman durup düşünmek lazım.
İktidar cenahı sizi "bakın görüştüler ama nafile" diyerek köşeye sıkıştıracaksa, o diyalogdan ne hayır gelir?
***
Bugün halkın gündemi net: Daha iyi yaşam standartları, sağlam bir adalet sistemi, özgürlüklerin genişlemesi.
Gerçek normalleşme?
Gerçek normalleşme, ancak bu değerlerle bütünleşerek mümkün olabilir. İnsan olmanın, yüksek menediyetler seviyesinde modern bir hukuk devleti olmanın normali budur.
Yoksa tüm bu diyaloglar, sadece sahnenin tozunu alır, oyun aynı oyundur…
***
Özgür Özel, Erdoğan ile "normalleşme" hamleleri yaparken, diğer yanda gerçek cumhuriyetçilerle "anormalleşiyor" gibi görünüyor. Adeta cumhuriyet düşmanlarını sevindirmek istermiş gibi…
Toplumda, iktidarın ülkeyi felakete sürüklemesine dair yükselen bir farkındalık ve muhalefet varsa, bu, ön saflarda mücadele eden gazeteciler, yazarlar, kanaat önderleri, aktivistler sayesindedir…. Yine ancak onlar sayesinde bu farkındalık yayılabilir.
Cumhuriyet'ten yana, Atatürk'ün kurduğu değerlerden yana net bir biçimde saf tutan Yılmaz Özdil gibi isimlerin toplumsal muhalefetin yaratılmasındaki katkıları inkar edilemez.
Tam da Özdil’in dediği gibi; Özgür Özel'in egosunun aklının önüne geçmemesi gerekiyor…
31 Mart seçimlerinin kazanılmasının, Bursa, Afyon, Kırıkkale, Balıkesir gibi birçok şehrin alınmasının; İmamoğlu ve Yavaş sevgisiyle, Adana, Eskişehir, Mersin, Antalya, Bolu, İzmir gibi şehirlerin belediye başkanlarının çabalarıyla, elbette Kılıçdaroğlu’nun uzun yıllar boyunca parti tabanını genişletmek üzere gösterdiği çabalar, hayata geçirdiği açılım politikaları aracılığıyla ektiği tohumlar sayesinde, CHP’ye oy vermeyecek kesimleri de oy verebilir hale getirmesiyle, aynı zamanda küskün AKP’li seçmenin tepkisiyle mümkün olduğunu unutmaması gerekiyor.
Tam da şimdi iktidarı sıkıştırmak yerine kontrollü muhalefet yolunu seçmek doğru bir strateji değil. Seçim zaferini hovardaca tüketmemek gerek. Halkın kaç yıllık özlemi berhava edilmemeli. CHP’ye oy ve gönül vermiş insanlar, “Biz, siz sarayla normalleşin diye mi oy verdik!?” diye geçirmemeli içinden.
Seçim yorgunuyuz, doğru, ancak adım adım halk muhalefetini yükseltmek mümkün. Bir erken seçim olacaksa, bunu halk istemeli, CHP değil. Önemli olan halkta o farkındalığı yaratabilmek. Ancak bu, Özel’in pasif, ılımlı, tatlı su muhalifliğiyle pek de mümkün olmayacak gibi görünüyor.
Saraya yanaşarak, bir gün görüşüp, ılımlılık mesajları verip ertesi gün saldırıya geçerek de olmaz. Tutarlılık şart, CHP'nin özüne dönmesi şart! Bağımsız gazetecilerin samimi uyarılarına demokratik bir tahammülle, olgunlukla karşılık vermek bu dönemde daha da önemli.
***
Bir diğer sahne Kayseri’de, oyun ise oldukça karanlık… Kayseri, Pınarbaşı’nda taşlar yerinden oynuyor.
İlçede seçimler yeniden yapılıyor, CHP kazanıyor ve tansiyon yükseliyor. Tam bir güç gösterisi…
CHP'li aday, MHP'nin kurucusu Alparslan Türkeş’in memleketi Kayseri, Pınarbaşı’nda 35 yıl sonra iktidarı MHP’nin elinden aldı. Bu değişim MHP'li eski belediye başkanının kardeşi tarafından silahlı saldırıyla karşılık buldu! Saldırıya uğrayan CHP’li meclis üyesi Şerafettin Bahadır hala yoğun bakımda…
Ülkemizde hukukun üstünlüğünün nasıl kolayca gölgelenebileceğinin, güç zehirlenmesinin, hazımsızlığın ve daha pek çok başka tehlikeli halin en güncel somut örneği.
Kayseri’de bu yaşananlar ilk değil. Daha önceki yıllarda da benzer pek çok olay yaşanmış, yaşanıyor. Ülkü Ocakları'ndan bir grubun belediyeyi basması, yerel televizyon kanallarında yayınların basılması, gazetecilerin silahlı saldırıya uğraması, hukukun üstünlüğüne gölge düşüren pek çok başka olay…
Zaten büyük resimde Kayseri değil, tüm Türkiye var.
Sinan Ateş cinayeti ise Ankara'nın kalbinde yaşanan bir trajedinin adı. Bu cinayet, “faili meçhul” dosyalarına eklenmek üzere…
MHP'nin “özüne(!)” dönüşü, sadece siyasi bir manevra değil, yerel ve ulusal düzeyde şiddetin de habercisi. 15 Temmuz 2016 sonrası boşalan güvenlik ve adalet bürokrasisinin MHPli kadrolarca doldurulmasının bir bedeli var…
Erdoğan, cinayetin çözüleceği vaadini Ateş'in ailesine “müjdeliyor”. Adalet böyle mi dağıtılıyordu gerçekten? Bağımsız kurumlar bir kenarda beklerken, tek bir kişinin elinde adalet terazisi… Eğer her çözümsüz durumda, her adalet arayışı için 85 milyon insan doğrudan Cumhurbaşkanlığı kapısına dayanacaksa, Edirne’den Ardahan’a yol olur…
Bağımsız yargının yerini, her şeyi tek elde toplamanın aldığı, hakimlerin, savcıların “istenmeyen” kararlar aldığında cezalandırılma korkusu yaşadığı, HSK’nın “gücün toplandığı tek el’in adamlarıyla” doldurulduğu bir sistemde, vesayet kendiliğinden oluşur. Erdoğan'a ulaşan her dert, sanki onun eliyle çözülecekmiş gibi bir beklenti yaratır; bu, adaletin gerçek anlamda tecelli etmesinin önünde büyük bir engel teşkil eder. Bu yapı, gerçekten bağımsız bir yargının olmadığını, her şeyin bir kişinin iradesine bağlı olduğunu gösterir. Niyet ne olursa olsun, yöntem yanlıştır.
Ateş cinayeti ve benzeri siyasi vakaların aydınlatılması, hiçbir zaman Cumhurbaşkanı'nın tekeline bırakılmamalı. Güvenlik ve yargı gibi temel alanlarda etkin ve bağımsız kurumların görevidir bu. Ateş cinayetinin üzerinden geçen uzun zaman ve sonrasında Erdoğan'ın bu rolü üstlenmesi, adaletin bir kişi tarafından sağlanabileceği anlayışını pekiştiriyor. Bu durum, ülkenin yönetim yapısındaki çarpıklığa işaret ediyor ve güvenlik ile hukuk gibi kritik alanlarda kurumsallıktan ve nesnellikten tamamen uzaklaşmasına neden oluyor.
Adaleti sağlama sürecinin bireysel vaatlerle değil, kurumsal mekanizmalar ve bağımsız yargı eliyle yürütülmesi şart.
Devletin koruması altında büyüyen mafya yapıları, yargı ve güvenlikteki kurumsal çarpıklıklar...
Ardından gelen göstermelik çözümler, toz pembe vaatler...
Türkiye'nin gerçek yönetim anlayışının, demokratik ve adil temeller üzerine inşa edilmesi şart.
Yoksa perde kapanmadan oyun, aynı oyun olarak devam eder.
Siyaset sosyolojisi, anayasal ve reel politik durumlar, Erdoğan döneminin sona erdiğine işaret ediyor. AKP köşeye sıkışmış durumda ve oy kaybediyor. Artık bir devrin sonunun geldiği ve bu değişimin hızlandırılması gerektiği açıkça görülüyor. Bu, Türkiye'nin yüzleşmesi gereken bir gerçeklik. Ancak ülke, köklü değişimleri gerçekleştirmezse, yüzeysel çözümlerle devam ederse, oyun değişmez ve perde yine kapanmaz; aynı sahneler farklı oyuncular tarafından tekrarlanır. Bu kangrenleşmiş meseleler, basit uzlaşmalar ve yüzeysel normalleşmelerle çözülemez. Muhalefeti güçlendirmek, halk iktidarını kurmak, gerçek ve derin bir dönüşüm sağlamak zorunluluktur.
***
Normalleşme, sanıyorum bulaşıcı.
Kılıçdaroğlu, Mansur Yavaş’la yediği yemeğin ardından basın mensuplarına yaptığı açıklamada İmamoğlu ile görüşmeye açık kapı bırakıyor... İmamoğlu'nun geçmişte "telefonumu açmadı" yakınmalarından sonra bu yumuşama, bu kez CHP içindeki normalleşme süreci olarak okunuyor haliyle.
(Kılıçdaroğlu, Baykal'ın kaset skandalı sonrası seçilen bir liderdi ve onun kadroları tarafından desteklenmişti. Uzun yıllar boyunca Baykal'ın gölgesinden çıkmak için mücadele etti. Sonunda Baykal’ın vesayetini üzerinden atmayı, Önder Sav gibi isimlerin baskın etkisinden kurtulmayı başararak örgütün kontrolünü eline aldı, genel başkanlığını pekiştirdi ve kendi liderlik kimliğini parti nezdinde resmen kabul ettirdi. Şimdi de Özel benzer bir yolu yürüyor; ancak onun bir farkı var: Konjonktürel bir başarı da olsa, seçimi kazandı.
İmamoğlu, Özel’in Kılıçdaroğlu gibi partinin kontrolünü bütünüyle ele geçireceğinden ve kendisinin 2028’deki olası cumhurbaşkanlığı adaylığının riske gireceğinden endişeleniyor belki de. İşte siyasetin gerçek yüzü. Parti içindeki bu dinamikler, herkesin kendi geleceğini koruma çabasıyla ilintili. İmamoğlu, kendi siyasi kariyeri ve potansiyel adaylığı için stratejik hamleler yapmak zorunda.)
Bir kurultay geçti, kırılmalar, dökülmeler derken, taşlar yeni yeni yerine oturuyor. Altılı masa artık mazi oldu ve bugünkü görüntüye bakılırsa 2028'e giderken CHP'de dört dörtlük(?) bir yapı var: İmamoğlu, Mansur Yavaş, Kılıçdaroğlu, Özgür Özel... Peki partinin bu parçalı görüntüsü kimin işine yarar? CHP’nin işine yaramayacağı kesin…
Dolayısıyla parti içinde son günlerde seçim kazanma kaygısı, parti aidiyeti, kader birliği yapma isteği hâkim gibi görünüyor. Bir uzlaşı eğilimi, bir yerini netleştirme çabası…
Öte yandan 2028'den önce, hemen önümüzde, birkaç ay sonra, Eylül’ün ilk haftası yapılması planlanan bir tüzük kurultayı var CHP için. Bu kurultayın bir genel başkanlık yarışına dönüşme ihtimali de kulislerde konuşuluyor. Özgür Özel, Ankara'da, İmamoğlu ise İstanbul'da, bir nevi eşbaşkanlık süreci işleyebilir mi… Bunun adı siyaset, her şey mümkün. Ancak bu ikilinin ilişkileri, yukarıda belirttiğimiz sebeplerden dolayı geriliyor gibi görünüyor. Bu noktada İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu'na yaklaşması yine, politik bir manevra olarak yorumlanıyor.
Sadık ÇELİK
[email protected]
Normalleşme adı altında sunulan hamleler, acaba gerçekten toplumu rahatlatmak için mi yapılıyor, yoksa mevcut iktidarın oyun alanını genişletmek için mi?
Peki ama hangi normalleşme? Şeffaflığın olmadığı, perde arkasının kamuoyuyla paylaşılmadığı, üzerinde sağlıklı bir tartışmanın bile yaratılamadığı sürecin adı mı normalleşme?
Normalleşme, anayasayı yok sayan, demokrasiyi tramvay gören bir anlayışla nasıl mümkün olabilir? Kılıçdaroğlu'nun bu konudaki çabaları ve tepkileri, yıllar süren genel başkanlık görevi boyunca oluşan derin aidiyet duygusu, partiyi sahiplenme çabası ve emeklerinin boşa gitmesi kaygısından kaynaklanıyor. Türkiye'nin demokrasisi, devlet aygıtı, kurumsal yapısı, hukuk sistemi ve adalet mekanizması ciddi zarar görmüş durumda. Bu yaraların "normalleşme" süreçleriyle sarılması beklenemez; Türkiye'nin derinlemesine dönüşüme ihtiyacı var. Kılıçdaroğlu da bu gerçeği görüyor…
Erken seçimin önüne geçmek, CHP'yi oyalamak, acı reçeteleri yutturmak ve anayasa değişikliği için kurulan tuzaklar... İktidarın muhalefeti düşürmeye çalıştığı oyunlar bunlar… Cumhurbaşkanı’nın, muhtemelen futbolcu geçmişinden gelen, top çevirme taktikleri…
İktidar zaman kazanmaya ve seçim mağlubiyetini zamana yayarak hafifletmeye çalışıyor. Ana muhalefet partisinin sert muhalefet yapmasının önüne geçmek, onu mümkün mertebe pasifize etmek de gayelerin başında geliyor. Erdoğan, oyunu kendi sahasına çekerek yönetme, muhalefeti de muhalefet olmaktan çıkarma peşinde, Özgür Özel’in bu niyeti başından beri farkediyor olması gerekirdi…
Ekonomi dibe vurmuş durumda ve bu bağlamda iktidar, ekonomik krizin siyasi sonuçlarını yönetme çabasının bir parçası olarak, ”normalleşme" ve "yumuşama" kılıfıyla, günün sonunda ekonominin faturasını muhalefetin üzerine yıkmayı, CHP’yi köşeye sıkıştırmayı hedefliyor.
Zaten Erdoğan'ın, "Ana muhalefetle iktidar partisi arasında siyasi ittifak olmaz. Yumuşama olur, normalleşme olur... Bizim siyasette yumuşama, muhataplarımızın ifadesiyle 'normalleşme' çabası, aslında muhalefeti normalleştirme çabasıdır. Sıkılı yumrukları açacak olan muhalefettir," demesi suçu direkt muhalefete atar nitelikte. Öz eleştiriden eser yok.
İktidarın anomalliklerinin normalleşmesini beklemek zaten büyük saflık olurdu…
Özgür Özel'in buna cevabı, Erdoğan'ın sözlerine mizahi bir ayna tutar nitelikte: "Normal bir açıklama olmamış. Bu açıklamanın da normalleşmeye ihtiyacı var," diyor. Sarkastik tonuyla, iktidarın “muhalefet normalleşsin” arzusunun aslında ne kadar absürd olduğunu vurguluyor.
Sonuç itibariyle, normalleşme umudu, hızlı başlamış olsa da, aynı hızla sona eriyor; ya da balon gibi sönüyor desek daha doğru olur.
***
Özgür Özel-Erdoğan arasındaki “normalleşme” görüşmelerinden sonra bir de CHP heyeti ile Mehmet Şimşek arasında gerçekleşen 4 saat 15 dakikalık görüşme dikkat çekti.
Dünyanın hiçbir yerinde muhalefetin gölge bakanları, görevdeki bakanlarla bu şekilde doğrudan görüşmez. Bu durum, literatürde örneği olmayan bir davranış biçimidir. Bu tür aksiyonlar hem muhalefet partisini daha acemi ve zayıf gösterebilir, hem de mevcut ekonomi yönetimini, birbirinden yanlış ekonomi politikalarını yok yere meşrulaştırır…
Toplantının sonunda, CHP’li Yalçın Karatepe, gerçekleşen bu uzun diyalogun ardından, hükümetin vatandaşa yönelik "acı reçete" yaklaşımında bir değişim iradesinin olmadığını ne yazık ki gördüklerini dile getiriyor.
Keşke bu gerçek, herkes tarafından görülebilse ve anlaşılsa…
Ekonomide samimiyetle ve tutarlı bir biçimde rasyonel zemine dönülmeden, hukuk devleti olmayı başaramadan, adil yargının, ifade özgürlüğünün esamesi okunmazken, bu sözde normalleşmeler nasıl gerçek hayata geçirilebilir ki? Aksine acı reçetelerin biri bitmeden diğeri başlar, geçici çözümler göstermelik yara bantları gibi sunulurken vatandaşın yükünü artıracak politikalar kapıda yığıldıkça yığılır.
Ülkenin iç koşulları her anlamda derin bir onarım gerektiriyor. Ekonomik manzaraya bakıldığında, yüksek enflasyon ve derinleşen bir krizle karşı karşıyayız; yoksulluk sınırının altında yaşayan milyonlarca insan var. İnsanca yaşam koşullarının da, demokratik bir ortamın da yerinde yeller esiyor.
Diyalog, olumlu bir adım mıdır? Elbette. Ama ya içi boşsa? O zaman sadece kurnaz siyasi manevralara hizmet ediyordur.
"İrtibat" önemli, evet. Kavgasız, usulca konuşmak, bu topraklar için altın değerinde. Ama bu sizin cebinizi doldurmuyorsa, daha da vahimi, elinizdeki azıcık kazanımı da alıp götürme riski taşıyorsa... İşte o zaman durup düşünmek lazım.
İktidar cenahı sizi "bakın görüştüler ama nafile" diyerek köşeye sıkıştıracaksa, o diyalogdan ne hayır gelir?
***
Bugün halkın gündemi net: Daha iyi yaşam standartları, sağlam bir adalet sistemi, özgürlüklerin genişlemesi.
Gerçek normalleşme?
Gerçek normalleşme, ancak bu değerlerle bütünleşerek mümkün olabilir. İnsan olmanın, yüksek menediyetler seviyesinde modern bir hukuk devleti olmanın normali budur.
Yoksa tüm bu diyaloglar, sadece sahnenin tozunu alır, oyun aynı oyundur…
***
Özgür Özel, Erdoğan ile "normalleşme" hamleleri yaparken, diğer yanda gerçek cumhuriyetçilerle "anormalleşiyor" gibi görünüyor. Adeta cumhuriyet düşmanlarını sevindirmek istermiş gibi…
Toplumda, iktidarın ülkeyi felakete sürüklemesine dair yükselen bir farkındalık ve muhalefet varsa, bu, ön saflarda mücadele eden gazeteciler, yazarlar, kanaat önderleri, aktivistler sayesindedir…. Yine ancak onlar sayesinde bu farkındalık yayılabilir.
Cumhuriyet'ten yana, Atatürk'ün kurduğu değerlerden yana net bir biçimde saf tutan Yılmaz Özdil gibi isimlerin toplumsal muhalefetin yaratılmasındaki katkıları inkar edilemez.
Tam da Özdil’in dediği gibi; Özgür Özel'in egosunun aklının önüne geçmemesi gerekiyor…
31 Mart seçimlerinin kazanılmasının, Bursa, Afyon, Kırıkkale, Balıkesir gibi birçok şehrin alınmasının; İmamoğlu ve Yavaş sevgisiyle, Adana, Eskişehir, Mersin, Antalya, Bolu, İzmir gibi şehirlerin belediye başkanlarının çabalarıyla, elbette Kılıçdaroğlu’nun uzun yıllar boyunca parti tabanını genişletmek üzere gösterdiği çabalar, hayata geçirdiği açılım politikaları aracılığıyla ektiği tohumlar sayesinde, CHP’ye oy vermeyecek kesimleri de oy verebilir hale getirmesiyle, aynı zamanda küskün AKP’li seçmenin tepkisiyle mümkün olduğunu unutmaması gerekiyor.
Tam da şimdi iktidarı sıkıştırmak yerine kontrollü muhalefet yolunu seçmek doğru bir strateji değil. Seçim zaferini hovardaca tüketmemek gerek. Halkın kaç yıllık özlemi berhava edilmemeli. CHP’ye oy ve gönül vermiş insanlar, “Biz, siz sarayla normalleşin diye mi oy verdik!?” diye geçirmemeli içinden.
Seçim yorgunuyuz, doğru, ancak adım adım halk muhalefetini yükseltmek mümkün. Bir erken seçim olacaksa, bunu halk istemeli, CHP değil. Önemli olan halkta o farkındalığı yaratabilmek. Ancak bu, Özel’in pasif, ılımlı, tatlı su muhalifliğiyle pek de mümkün olmayacak gibi görünüyor.
Saraya yanaşarak, bir gün görüşüp, ılımlılık mesajları verip ertesi gün saldırıya geçerek de olmaz. Tutarlılık şart, CHP'nin özüne dönmesi şart! Bağımsız gazetecilerin samimi uyarılarına demokratik bir tahammülle, olgunlukla karşılık vermek bu dönemde daha da önemli.
***
Bir diğer sahne Kayseri’de, oyun ise oldukça karanlık… Kayseri, Pınarbaşı’nda taşlar yerinden oynuyor.
İlçede seçimler yeniden yapılıyor, CHP kazanıyor ve tansiyon yükseliyor. Tam bir güç gösterisi…
CHP'li aday, MHP'nin kurucusu Alparslan Türkeş’in memleketi Kayseri, Pınarbaşı’nda 35 yıl sonra iktidarı MHP’nin elinden aldı. Bu değişim MHP'li eski belediye başkanının kardeşi tarafından silahlı saldırıyla karşılık buldu! Saldırıya uğrayan CHP’li meclis üyesi Şerafettin Bahadır hala yoğun bakımda…
Ülkemizde hukukun üstünlüğünün nasıl kolayca gölgelenebileceğinin, güç zehirlenmesinin, hazımsızlığın ve daha pek çok başka tehlikeli halin en güncel somut örneği.
Kayseri’de bu yaşananlar ilk değil. Daha önceki yıllarda da benzer pek çok olay yaşanmış, yaşanıyor. Ülkü Ocakları'ndan bir grubun belediyeyi basması, yerel televizyon kanallarında yayınların basılması, gazetecilerin silahlı saldırıya uğraması, hukukun üstünlüğüne gölge düşüren pek çok başka olay…
Zaten büyük resimde Kayseri değil, tüm Türkiye var.
Sinan Ateş cinayeti ise Ankara'nın kalbinde yaşanan bir trajedinin adı. Bu cinayet, “faili meçhul” dosyalarına eklenmek üzere…
MHP'nin “özüne(!)” dönüşü, sadece siyasi bir manevra değil, yerel ve ulusal düzeyde şiddetin de habercisi. 15 Temmuz 2016 sonrası boşalan güvenlik ve adalet bürokrasisinin MHPli kadrolarca doldurulmasının bir bedeli var…
Erdoğan, cinayetin çözüleceği vaadini Ateş'in ailesine “müjdeliyor”. Adalet böyle mi dağıtılıyordu gerçekten? Bağımsız kurumlar bir kenarda beklerken, tek bir kişinin elinde adalet terazisi… Eğer her çözümsüz durumda, her adalet arayışı için 85 milyon insan doğrudan Cumhurbaşkanlığı kapısına dayanacaksa, Edirne’den Ardahan’a yol olur…
Bağımsız yargının yerini, her şeyi tek elde toplamanın aldığı, hakimlerin, savcıların “istenmeyen” kararlar aldığında cezalandırılma korkusu yaşadığı, HSK’nın “gücün toplandığı tek el’in adamlarıyla” doldurulduğu bir sistemde, vesayet kendiliğinden oluşur. Erdoğan'a ulaşan her dert, sanki onun eliyle çözülecekmiş gibi bir beklenti yaratır; bu, adaletin gerçek anlamda tecelli etmesinin önünde büyük bir engel teşkil eder. Bu yapı, gerçekten bağımsız bir yargının olmadığını, her şeyin bir kişinin iradesine bağlı olduğunu gösterir. Niyet ne olursa olsun, yöntem yanlıştır.
Ateş cinayeti ve benzeri siyasi vakaların aydınlatılması, hiçbir zaman Cumhurbaşkanı'nın tekeline bırakılmamalı. Güvenlik ve yargı gibi temel alanlarda etkin ve bağımsız kurumların görevidir bu. Ateş cinayetinin üzerinden geçen uzun zaman ve sonrasında Erdoğan'ın bu rolü üstlenmesi, adaletin bir kişi tarafından sağlanabileceği anlayışını pekiştiriyor. Bu durum, ülkenin yönetim yapısındaki çarpıklığa işaret ediyor ve güvenlik ile hukuk gibi kritik alanlarda kurumsallıktan ve nesnellikten tamamen uzaklaşmasına neden oluyor.
Adaleti sağlama sürecinin bireysel vaatlerle değil, kurumsal mekanizmalar ve bağımsız yargı eliyle yürütülmesi şart.
Devletin koruması altında büyüyen mafya yapıları, yargı ve güvenlikteki kurumsal çarpıklıklar...
Ardından gelen göstermelik çözümler, toz pembe vaatler...
Türkiye'nin gerçek yönetim anlayışının, demokratik ve adil temeller üzerine inşa edilmesi şart.
Yoksa perde kapanmadan oyun, aynı oyun olarak devam eder.
Siyaset sosyolojisi, anayasal ve reel politik durumlar, Erdoğan döneminin sona erdiğine işaret ediyor. AKP köşeye sıkışmış durumda ve oy kaybediyor. Artık bir devrin sonunun geldiği ve bu değişimin hızlandırılması gerektiği açıkça görülüyor. Bu, Türkiye'nin yüzleşmesi gereken bir gerçeklik. Ancak ülke, köklü değişimleri gerçekleştirmezse, yüzeysel çözümlerle devam ederse, oyun değişmez ve perde yine kapanmaz; aynı sahneler farklı oyuncular tarafından tekrarlanır. Bu kangrenleşmiş meseleler, basit uzlaşmalar ve yüzeysel normalleşmelerle çözülemez. Muhalefeti güçlendirmek, halk iktidarını kurmak, gerçek ve derin bir dönüşüm sağlamak zorunluluktur.
***
Normalleşme, sanıyorum bulaşıcı.
Kılıçdaroğlu, Mansur Yavaş’la yediği yemeğin ardından basın mensuplarına yaptığı açıklamada İmamoğlu ile görüşmeye açık kapı bırakıyor... İmamoğlu'nun geçmişte "telefonumu açmadı" yakınmalarından sonra bu yumuşama, bu kez CHP içindeki normalleşme süreci olarak okunuyor haliyle.
(Kılıçdaroğlu, Baykal'ın kaset skandalı sonrası seçilen bir liderdi ve onun kadroları tarafından desteklenmişti. Uzun yıllar boyunca Baykal'ın gölgesinden çıkmak için mücadele etti. Sonunda Baykal’ın vesayetini üzerinden atmayı, Önder Sav gibi isimlerin baskın etkisinden kurtulmayı başararak örgütün kontrolünü eline aldı, genel başkanlığını pekiştirdi ve kendi liderlik kimliğini parti nezdinde resmen kabul ettirdi. Şimdi de Özel benzer bir yolu yürüyor; ancak onun bir farkı var: Konjonktürel bir başarı da olsa, seçimi kazandı.
İmamoğlu, Özel’in Kılıçdaroğlu gibi partinin kontrolünü bütünüyle ele geçireceğinden ve kendisinin 2028’deki olası cumhurbaşkanlığı adaylığının riske gireceğinden endişeleniyor belki de. İşte siyasetin gerçek yüzü. Parti içindeki bu dinamikler, herkesin kendi geleceğini koruma çabasıyla ilintili. İmamoğlu, kendi siyasi kariyeri ve potansiyel adaylığı için stratejik hamleler yapmak zorunda.)
Bir kurultay geçti, kırılmalar, dökülmeler derken, taşlar yeni yeni yerine oturuyor. Altılı masa artık mazi oldu ve bugünkü görüntüye bakılırsa 2028'e giderken CHP'de dört dörtlük(?) bir yapı var: İmamoğlu, Mansur Yavaş, Kılıçdaroğlu, Özgür Özel... Peki partinin bu parçalı görüntüsü kimin işine yarar? CHP’nin işine yaramayacağı kesin…
Dolayısıyla parti içinde son günlerde seçim kazanma kaygısı, parti aidiyeti, kader birliği yapma isteği hâkim gibi görünüyor. Bir uzlaşı eğilimi, bir yerini netleştirme çabası…
Öte yandan 2028'den önce, hemen önümüzde, birkaç ay sonra, Eylül’ün ilk haftası yapılması planlanan bir tüzük kurultayı var CHP için. Bu kurultayın bir genel başkanlık yarışına dönüşme ihtimali de kulislerde konuşuluyor. Özgür Özel, Ankara'da, İmamoğlu ise İstanbul'da, bir nevi eşbaşkanlık süreci işleyebilir mi… Bunun adı siyaset, her şey mümkün. Ancak bu ikilinin ilişkileri, yukarıda belirttiğimiz sebeplerden dolayı geriliyor gibi görünüyor. Bu noktada İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu'na yaklaşması yine, politik bir manevra olarak yorumlanıyor.
Sadık ÇELİK
[email protected]
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.