Big
Forum Üyesi
- Katılım
- 18 Eki 2022
- Mesajlar
- 1,811
- Puanları
- 0
Günümüzden 115 yıl kadar önce soğuk bir Aralık ayı akşamında Paris'in Capucines Bulvarı…
Grand Cafe'nin bodrum katında bulunan “Salon Indiren”deki yaklaşık 20 kişi, hayatlarında ilk kez izleyecekleri bir olayın başlamasını bekliyorlar. Absentler, konyaklar falan içilmiş ama yine de tedirginlik ve gerginlik yatışmamış.
Ressam ve fotoğrafçı Antoine Lumiere, oğulları August ve Louis ile salona giriyor. Duvarda beyaz bir çarşaf. Masanın üzerinde de kollu bacaklı, körüklü bir makine. Adı Sinematograf.
Işıklar sönüyor. Çıtırtılar, tıkırtılar. Körüklü makinadan çıkan bir ışık huzmesi. Pürdikkat beyaz perdeye, daha doğrusu beyaz çarşafa bakılıyor. Kesik kesik ışık çizgileri, gözün pek alışık olmadığı titremeler…
Derken bir tren beliriyor beyaz çarşaf üzerinde. Her tarafından dumanlar çıkararak oflaya tıslaya Ciocat Garı'na doğru yol alıyor. Seyirciler çığlıklar atıyor: "Oh mon Dieu. Resmen üstümüze geliyor monşer". Bu tarihi ana tanıklık eden insanlar sandalyelerinden fırlayıp, çil yavrusu gibi kaçışmaya başlıyor. İşin şakası yok. Koca lokomotif doğrudan üstlerine geliyor çünkü. Gel de kaçma.
Sinemayı başlatan ve dolayısıyla sinema tarihinin de ilk filmi olan "Bir Trenin La Ciocat Garı'na Girişi"nin galası işte böyle sonuçlanıyor. Taş devri, cilalı taş devri falan derken, insanlık tarihinin sinema devri de başlamıştır artık…
Sinemanın doğuşu genellikle böyle anlatılır. Lumiere biraderlerin insan gözündeki bir yanılsamadan yararlanarak icat ettikleri sinematograf, o soğuk Paris gecesinde sadece sinema çağının değil, aynı zamanda korku filmlerinin de başlangıcı olur. Seyircilerin perdede gördükleri lokomotifin üstlerine geldiğini sanarak nasıl korkuya kapıldıkları hep anlatılır.
Sinematograf, mucitlerinin bile öngöremedikleri bir hızla yayılır. Çünkü inanılmaz bir şeyi yapmış, mesafe denen kavramı ortadan kaldırmıştır. Bu yıllarda sinema, okuma yazması olmayan, göç ettikleri ülkelerin dilini konuşamayan göçmenler için bir iletişim vasıtasına dönüşür, zaman kavramını değiştirir. Sinema, insanoğlunun en büyük korkularından olan ölüm ve zamanın geçiciliğine alenen kafa tutmaktadır. Bu küçük makina, koskoca dünyayı getirip ufak bir kutunun içine sokuvermiştir. Böylelikle de insanoğlunun en temel tutkularından biri olan merak tutkusunun tatmin edilmesini kolaylaştırmıştır.
Artık Viyanalı zarif hanımların, Parisli hemcinslerinin o kış ne çeşit döpiyesler giyeceklerine dair meraklarını gidermek için, kalkıp da Paris'e kadar gitmelerine hacet kalmamıştır. Perdenin önüne kurulurlar ve sinematograf makinasından aktarılan görüntülerle en son Paris modasını bir tamam öğrenirler. Dünya bir anda küçülmüştür…
Sinema salonları çoğalır, büyür ve lüksleşir. Filmler de gelişir ve daha çok insan tarafından seyredildikleri için etkileri de artar. Filmler artık konuludur. Daha da önemlisi, bu konuları canlandıran, onları oynayan 'artist'leri vardır. Sadece lokomotifin göründüğü filmler, ya da adı bilinmeyen insanların ortalıkta dolaştığı filmler çoktan tarihe karışmıştır.
Karşımızda 'sinema oyuncuları' vardır şimdi. İsimleri ve tipleri bilinmektedir. Giyimleri, makyajları, saç biçimleri de tanınmaktadır ve her zaman her şeyi merak eden insanoğlu, bu yeni insanlara da büyük merak duymaktadır.
Sinema oyunculuğu diye yepyeni bir meslek doğmuştur. Kendini tanıtırken, "Ben muhasebeci Jean Jack Pierre" diyenlerin arasına, "Ben de jönprömiye Alain..." diyenler de karışmıştır. Bu yeni meslek sahipleri, zamanın modasını, yaşam biçimini altüst ederler. Gerek sinemadaki, gerekse özel hayatlarındaki davranışları çok yakından izlenir. Mary Pickford buklelerini kesti diye seyirci ona küser. Clark Gable'nin sol kaşını kaldırarak bakışı "Klark çekmek" diye bir deyim yaratır.
Türkiye de bu yeni akımın dışında kalmaz elbette. 1908'den itibaren Türkiye'de özellikle İstanbul'da sinema salonları açılmaya başlar. Bunların sahipleri çoğunlukla yabancı uyruklulardır.
Derken, Cevat Boyer ve Murat Bey adlı iki müteşebbis, Şehzadebaşı'nda 'Milli Sinema'yı açarak, ilk Türk sinema salonunu seyircilerin hizmetine sunar. Şakir Seden'le Fuat Uzkınay'ın sinemayla ilişkileri vardır ama paraları yoktur. Sirkeci'de lokantacılık yapan Ali Efendi'ye bir sinema salonu açmayı önerirler. Ali Efendi kabul eder, ama bir şartı vardır. Sinemanın adı 'Ali Efendi Sineması' olacaktır. Bu şart mecburen kabul edilir ve Ali Efendi Sineması da Türk sinemacılık tarihinde yerini alır.
Sinemanın bizde ve batıdaki yüz yılı aşkın serencamı satır başlarıyla böyle. Bu kadar zaman içinde hayatımıza televizyon girdi. DVD'ler, VCD'ler girdi. Çok gelişmiş ses düzenekleri, görüntü düzenekleri, videolar, playerler, internetin yarattığı sınırsız olanaklar girdi. Ama sinemanın büyüsü hiç bitmedi. Sinema insanları etkilemeye devam ediyor.
"Cumartesi Gecesi Ateşi"ni seyredip çıktığımızda, yolda John Travolta gibi yürümeye çalışmadık mı? Rahmetli Ayhan Işık'ı "Avare Mustafa" filminde görüp, ıssız sokaklarda onun gibi nağra atanımız yok muydu? Şimdinin güzel anneleri çocukluklarında hiç mi "Ayşecik" olmadılar? "Eşkiya"yı izleyip, Şener Şen'le özdeşleşmedik mi?
Nedir bu sinemanın hiç tükenmeyen, hatta daha da artan büyüsü?
Ünlü aktör Robert Mitchum, "Bunca yıldır sinemanın içindeyim ve şunu anladım. Bütün filmlerde bir gelenler vardır, bir de gidenler, sinema hep bu gelenleri ve gidenleri anlatır" demişti.
İşte biz bu yüzden seviyoruz sinemayı. Çünkü hayatın kendisi de özet olarak bu. Geliyoruz ve gidiyoruz. Sinemada da gelen ve gidenleri seyretmekten zevk alıyoruz.
Ta ki, gitme sırası bize gelinceye dek..
Grand Cafe'nin bodrum katında bulunan “Salon Indiren”deki yaklaşık 20 kişi, hayatlarında ilk kez izleyecekleri bir olayın başlamasını bekliyorlar. Absentler, konyaklar falan içilmiş ama yine de tedirginlik ve gerginlik yatışmamış.
Ressam ve fotoğrafçı Antoine Lumiere, oğulları August ve Louis ile salona giriyor. Duvarda beyaz bir çarşaf. Masanın üzerinde de kollu bacaklı, körüklü bir makine. Adı Sinematograf.
Işıklar sönüyor. Çıtırtılar, tıkırtılar. Körüklü makinadan çıkan bir ışık huzmesi. Pürdikkat beyaz perdeye, daha doğrusu beyaz çarşafa bakılıyor. Kesik kesik ışık çizgileri, gözün pek alışık olmadığı titremeler…
Derken bir tren beliriyor beyaz çarşaf üzerinde. Her tarafından dumanlar çıkararak oflaya tıslaya Ciocat Garı'na doğru yol alıyor. Seyirciler çığlıklar atıyor: "Oh mon Dieu. Resmen üstümüze geliyor monşer". Bu tarihi ana tanıklık eden insanlar sandalyelerinden fırlayıp, çil yavrusu gibi kaçışmaya başlıyor. İşin şakası yok. Koca lokomotif doğrudan üstlerine geliyor çünkü. Gel de kaçma.
Sinemayı başlatan ve dolayısıyla sinema tarihinin de ilk filmi olan "Bir Trenin La Ciocat Garı'na Girişi"nin galası işte böyle sonuçlanıyor. Taş devri, cilalı taş devri falan derken, insanlık tarihinin sinema devri de başlamıştır artık…
Sinemanın doğuşu genellikle böyle anlatılır. Lumiere biraderlerin insan gözündeki bir yanılsamadan yararlanarak icat ettikleri sinematograf, o soğuk Paris gecesinde sadece sinema çağının değil, aynı zamanda korku filmlerinin de başlangıcı olur. Seyircilerin perdede gördükleri lokomotifin üstlerine geldiğini sanarak nasıl korkuya kapıldıkları hep anlatılır.
Sinematograf, mucitlerinin bile öngöremedikleri bir hızla yayılır. Çünkü inanılmaz bir şeyi yapmış, mesafe denen kavramı ortadan kaldırmıştır. Bu yıllarda sinema, okuma yazması olmayan, göç ettikleri ülkelerin dilini konuşamayan göçmenler için bir iletişim vasıtasına dönüşür, zaman kavramını değiştirir. Sinema, insanoğlunun en büyük korkularından olan ölüm ve zamanın geçiciliğine alenen kafa tutmaktadır. Bu küçük makina, koskoca dünyayı getirip ufak bir kutunun içine sokuvermiştir. Böylelikle de insanoğlunun en temel tutkularından biri olan merak tutkusunun tatmin edilmesini kolaylaştırmıştır.
Artık Viyanalı zarif hanımların, Parisli hemcinslerinin o kış ne çeşit döpiyesler giyeceklerine dair meraklarını gidermek için, kalkıp da Paris'e kadar gitmelerine hacet kalmamıştır. Perdenin önüne kurulurlar ve sinematograf makinasından aktarılan görüntülerle en son Paris modasını bir tamam öğrenirler. Dünya bir anda küçülmüştür…
Sinema salonları çoğalır, büyür ve lüksleşir. Filmler de gelişir ve daha çok insan tarafından seyredildikleri için etkileri de artar. Filmler artık konuludur. Daha da önemlisi, bu konuları canlandıran, onları oynayan 'artist'leri vardır. Sadece lokomotifin göründüğü filmler, ya da adı bilinmeyen insanların ortalıkta dolaştığı filmler çoktan tarihe karışmıştır.
Karşımızda 'sinema oyuncuları' vardır şimdi. İsimleri ve tipleri bilinmektedir. Giyimleri, makyajları, saç biçimleri de tanınmaktadır ve her zaman her şeyi merak eden insanoğlu, bu yeni insanlara da büyük merak duymaktadır.
Sinema oyunculuğu diye yepyeni bir meslek doğmuştur. Kendini tanıtırken, "Ben muhasebeci Jean Jack Pierre" diyenlerin arasına, "Ben de jönprömiye Alain..." diyenler de karışmıştır. Bu yeni meslek sahipleri, zamanın modasını, yaşam biçimini altüst ederler. Gerek sinemadaki, gerekse özel hayatlarındaki davranışları çok yakından izlenir. Mary Pickford buklelerini kesti diye seyirci ona küser. Clark Gable'nin sol kaşını kaldırarak bakışı "Klark çekmek" diye bir deyim yaratır.
Türkiye de bu yeni akımın dışında kalmaz elbette. 1908'den itibaren Türkiye'de özellikle İstanbul'da sinema salonları açılmaya başlar. Bunların sahipleri çoğunlukla yabancı uyruklulardır.
Derken, Cevat Boyer ve Murat Bey adlı iki müteşebbis, Şehzadebaşı'nda 'Milli Sinema'yı açarak, ilk Türk sinema salonunu seyircilerin hizmetine sunar. Şakir Seden'le Fuat Uzkınay'ın sinemayla ilişkileri vardır ama paraları yoktur. Sirkeci'de lokantacılık yapan Ali Efendi'ye bir sinema salonu açmayı önerirler. Ali Efendi kabul eder, ama bir şartı vardır. Sinemanın adı 'Ali Efendi Sineması' olacaktır. Bu şart mecburen kabul edilir ve Ali Efendi Sineması da Türk sinemacılık tarihinde yerini alır.
Sinemanın bizde ve batıdaki yüz yılı aşkın serencamı satır başlarıyla böyle. Bu kadar zaman içinde hayatımıza televizyon girdi. DVD'ler, VCD'ler girdi. Çok gelişmiş ses düzenekleri, görüntü düzenekleri, videolar, playerler, internetin yarattığı sınırsız olanaklar girdi. Ama sinemanın büyüsü hiç bitmedi. Sinema insanları etkilemeye devam ediyor.
"Cumartesi Gecesi Ateşi"ni seyredip çıktığımızda, yolda John Travolta gibi yürümeye çalışmadık mı? Rahmetli Ayhan Işık'ı "Avare Mustafa" filminde görüp, ıssız sokaklarda onun gibi nağra atanımız yok muydu? Şimdinin güzel anneleri çocukluklarında hiç mi "Ayşecik" olmadılar? "Eşkiya"yı izleyip, Şener Şen'le özdeşleşmedik mi?
Nedir bu sinemanın hiç tükenmeyen, hatta daha da artan büyüsü?
Ünlü aktör Robert Mitchum, "Bunca yıldır sinemanın içindeyim ve şunu anladım. Bütün filmlerde bir gelenler vardır, bir de gidenler, sinema hep bu gelenleri ve gidenleri anlatır" demişti.
İşte biz bu yüzden seviyoruz sinemayı. Çünkü hayatın kendisi de özet olarak bu. Geliyoruz ve gidiyoruz. Sinemada da gelen ve gidenleri seyretmekten zevk alıyoruz.
Ta ki, gitme sırası bize gelinceye dek..
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.