Big
Forum Üyesi
- Katılım
- 18 Eki 2022
- Mesajlar
- 1,811
- Puanları
- 0
Başı ağrıyor, midesi bulanıyor, şakakları zonkluyordu. Gece gündüz demeden tas tas içtiği bira, midesini yangın yerine çeviriyor, her şeyin dalgalanmasına, bulanıklaşmasına yol açıyordu. Evlerin toprak duvarları, yolun kaba taşları, bahçenin parmaklıkları, ağaçlar, her şey durmaksızın sağa sola kaçıyor, bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu.
Adam da onlarla birlikte sallanıyor, yalpa yapıyor, duvarlara çarpa çarpa ''ev''e ulaşmaya çalışıyordu. Ev deyince acı acı güldü adam. Karısının ölümünden sonra sadece sızmak için kendisini attığı o binaya ev denebilir miydi artık?
Derin bir nefes aldı adam. Çoktandır gözyaşlarını saklamayı bırakmıştı zaten. Girişe geldi. Dipdibe yaşadığı komşu evlere biraz hüzün, biraz da kıskançlıkla baktı. Onlarınki evdi işte. İçinde yaşayanlar vardı ve onlarla birlikte evler de yaşıyordu. Kapağı kaldırdı. Zemine inen merdiveni bu kez düşmeden inmeyi başardı. Eşinin ölümünden beri hiç yakılmayan ocak eskinin külleriyle kaplı, soğuk soğuk duruyordu. Renkleri bir zamanlar capcanlı olan, geyik, dağ koyunu, aslan, boğa, sülün motiflerinin işlendiği bir örtüyle kaplı toprak kerevete attı kendini.
Sızmadan önce kerevetin altında gömülü olan bütün ataları için bildiği, sevdiği tanrılara dua etti. Gözlerini yumdu. Her zamanki gibi, karısının hayali belirdi. Adam içini çekti, ''Ninhurta'' diye mırıldandı. ''Sevgili kadınım. Sen öldün ve artık bu ev de öldü.''
Ölü bir evde, ölmeye yüz tutmuş bir adam, alkolün yalancı kıvılcımlarının arasıra aydınlattığı bir karanlığın kabuslarına bıraktı kendini...
Aksaray Aşıklı Höyük'te Anadolu'nun en eski yerleşim yerlerinden birinin arkeologlarca bulunduğu, 10 bin yıllık olduğu hesaplanan ev kalıntılarının çok iyi durumda olduğu, o zamanki ahalinin yaşam biçiminin bile bu kalıntılardan anlaşılabildiği yolundaki bir haber üzerine düşünüyorum bunları.
Karbon testi sonucunda evlerin Neolitik çağdan da eski bir çağa ait olduğu anlaşılmış. Mahalledeki tüm evler birbirine bitişikmiş. Duvar duvara yaşayıp giden evlere tavanda açılan bir kapaktan girilip, merdivenle ''salon''a iniliyormuş. Salonda bir ocak ve bir kerevet varmış. Kerevetin üzerine örtülen hayvan desenli kilim parçaları da bulunmuş. O zamanki insanlar, atalarını da kerevetin altına açtıkları çukur mezarlara gömüyorlarmış…
Evler, evlerimiz. ''Şu karşıdaki delikli kutular''. İçinde yaşadığımız, güldüğümüz, ağladığımız, mutlu olduğumuz, acı çektiğimiz evler. Bazen koşa koşa gelip, içinden hiç çıkmak istemediğimiz, bazen tüm duvarlarının üstümüze üstümüze geldiği, bizi boğduğu ve dayanamayıp, ceketimizi bile almadan terkettiğimiz evler.
Evler de yaşar ve ölür. Evler, ışıksız kaldıklarında ölür. Evlerin ışıksız kalması sadece elektrik kesilmesiyle olmaz, geçmişten gelen binlerce ışığın ansızın ortadan kalkmasıyla olur. O görünmeyen, ama insanın içinde bir çiçekdürbünü gibi gezdirdiği ev, ışığı kesildiğinde bir de bakarsınız ki, kırk yıllık mutfağınız, mutfak gibi kokmaya başlamıştır artık.
Evler ışıksız kalıp ölmeye yatınca, bir zamanlar tutkulu fısıltılar eşliğinde dostlarınızla kadeh
tokuşturduğunuz balkon, yavaş yavaş bir eski eşya deposuna dönüşür. İçinizdeki karanlığa alışırsınız. Bu alışma yüzünden, holdeki apliğin çoktan yanmış ampülünü değiştirmek gelmez aklınıza.
Arasıra yaktığınız abajur, artık sıcak bir aydınlık değil, göz acıtan çiğ bir ışık yaymaya başlar ortalığa. Sabahın ilk ışıklarının perdelerde menevişli yakamozlar yarattığı günler de bitmiştir artık. Gördüğünüz, rengi atmış bir perdede hayal meyal dolaşan soluk gölgelerden ibarettir.
İçinizdeki ışık kesilince, evi ev yapan eşyalar da ölmeye yüz tutar evle birlikte. Koltukları, bardakları, tabakları, yatakları da yabancılaşır. Evler böyle ölür işte.
Evler bazen de yaşanan yerler olur. Gene acı çekilir, belki gene ağlanır ama, bütün bunlar insanca olur. İnsana yakışır şekilde saf ve temiz olur. İşte ev o zaman yaşar ki tadından yenmez. Eve varırsınız. Sizi karşılayan canlar olur. Ekmeğiniz ve yemeğiniz vardır ve daha da önemlisi bunları yiyecek iştahınız da. Oturur yemek yersiniz evcek. Alın teriniz, el emeğiniz, makarnanın buğusuna karışır ve sizi, başkalarının bin bir türlü yemeği zerrece ilgilendirmez.
İş dönüşü köprüden nasıl geçtiğinizi anlatırsınız sofrada. Martıları, gemileri, balıkçıları ve balıkları anlatırsınız hane halkına. Keyifle dinlerler sizi. ''Denizlerin kumuyum, balıkların puluyum'' diye türkü bile söylersiniz. Bir de bakarsınız ki, evin tüm duvarları, odaları, kapıları sizle birlikte söylemeye başlamış kürküyü. Çünkü o ev yaşıyordur.
''İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar, doğup ölenleri oldu, gidip gelenleri oldu'' diyen Behçet Necatigil, evlerin çeşitli hallerinden söz eder. Gerçekten de evlerin türlü türlü halleri vardır. Evlerde nice nice cinayetler işlenir, insanların ruhları öldürülür ve öteki insanların ruhu bile duymaz bu cinayetleri.
Kentin en güzel yerinde, kapısında gökkuşağı renkli begonviller bulunan evlerde, bir kadın, bir çocuk, bir adam yani bir insan, acısından çığlıklar atar, yine hiç kimsenin ruhu duymaz. Çünkü o evlerin içi oda oda üzüntüdür.
Unutmayalım ki evler, yaşamak için değil de sadece barınmak için kullanılmaya başlandığında ölüm sürecine girer...
Adam da onlarla birlikte sallanıyor, yalpa yapıyor, duvarlara çarpa çarpa ''ev''e ulaşmaya çalışıyordu. Ev deyince acı acı güldü adam. Karısının ölümünden sonra sadece sızmak için kendisini attığı o binaya ev denebilir miydi artık?
Derin bir nefes aldı adam. Çoktandır gözyaşlarını saklamayı bırakmıştı zaten. Girişe geldi. Dipdibe yaşadığı komşu evlere biraz hüzün, biraz da kıskançlıkla baktı. Onlarınki evdi işte. İçinde yaşayanlar vardı ve onlarla birlikte evler de yaşıyordu. Kapağı kaldırdı. Zemine inen merdiveni bu kez düşmeden inmeyi başardı. Eşinin ölümünden beri hiç yakılmayan ocak eskinin külleriyle kaplı, soğuk soğuk duruyordu. Renkleri bir zamanlar capcanlı olan, geyik, dağ koyunu, aslan, boğa, sülün motiflerinin işlendiği bir örtüyle kaplı toprak kerevete attı kendini.
Sızmadan önce kerevetin altında gömülü olan bütün ataları için bildiği, sevdiği tanrılara dua etti. Gözlerini yumdu. Her zamanki gibi, karısının hayali belirdi. Adam içini çekti, ''Ninhurta'' diye mırıldandı. ''Sevgili kadınım. Sen öldün ve artık bu ev de öldü.''
Ölü bir evde, ölmeye yüz tutmuş bir adam, alkolün yalancı kıvılcımlarının arasıra aydınlattığı bir karanlığın kabuslarına bıraktı kendini...
Aksaray Aşıklı Höyük'te Anadolu'nun en eski yerleşim yerlerinden birinin arkeologlarca bulunduğu, 10 bin yıllık olduğu hesaplanan ev kalıntılarının çok iyi durumda olduğu, o zamanki ahalinin yaşam biçiminin bile bu kalıntılardan anlaşılabildiği yolundaki bir haber üzerine düşünüyorum bunları.
Karbon testi sonucunda evlerin Neolitik çağdan da eski bir çağa ait olduğu anlaşılmış. Mahalledeki tüm evler birbirine bitişikmiş. Duvar duvara yaşayıp giden evlere tavanda açılan bir kapaktan girilip, merdivenle ''salon''a iniliyormuş. Salonda bir ocak ve bir kerevet varmış. Kerevetin üzerine örtülen hayvan desenli kilim parçaları da bulunmuş. O zamanki insanlar, atalarını da kerevetin altına açtıkları çukur mezarlara gömüyorlarmış…
Evler, evlerimiz. ''Şu karşıdaki delikli kutular''. İçinde yaşadığımız, güldüğümüz, ağladığımız, mutlu olduğumuz, acı çektiğimiz evler. Bazen koşa koşa gelip, içinden hiç çıkmak istemediğimiz, bazen tüm duvarlarının üstümüze üstümüze geldiği, bizi boğduğu ve dayanamayıp, ceketimizi bile almadan terkettiğimiz evler.
Evler de yaşar ve ölür. Evler, ışıksız kaldıklarında ölür. Evlerin ışıksız kalması sadece elektrik kesilmesiyle olmaz, geçmişten gelen binlerce ışığın ansızın ortadan kalkmasıyla olur. O görünmeyen, ama insanın içinde bir çiçekdürbünü gibi gezdirdiği ev, ışığı kesildiğinde bir de bakarsınız ki, kırk yıllık mutfağınız, mutfak gibi kokmaya başlamıştır artık.
Evler ışıksız kalıp ölmeye yatınca, bir zamanlar tutkulu fısıltılar eşliğinde dostlarınızla kadeh
tokuşturduğunuz balkon, yavaş yavaş bir eski eşya deposuna dönüşür. İçinizdeki karanlığa alışırsınız. Bu alışma yüzünden, holdeki apliğin çoktan yanmış ampülünü değiştirmek gelmez aklınıza.
Arasıra yaktığınız abajur, artık sıcak bir aydınlık değil, göz acıtan çiğ bir ışık yaymaya başlar ortalığa. Sabahın ilk ışıklarının perdelerde menevişli yakamozlar yarattığı günler de bitmiştir artık. Gördüğünüz, rengi atmış bir perdede hayal meyal dolaşan soluk gölgelerden ibarettir.
İçinizdeki ışık kesilince, evi ev yapan eşyalar da ölmeye yüz tutar evle birlikte. Koltukları, bardakları, tabakları, yatakları da yabancılaşır. Evler böyle ölür işte.
Evler bazen de yaşanan yerler olur. Gene acı çekilir, belki gene ağlanır ama, bütün bunlar insanca olur. İnsana yakışır şekilde saf ve temiz olur. İşte ev o zaman yaşar ki tadından yenmez. Eve varırsınız. Sizi karşılayan canlar olur. Ekmeğiniz ve yemeğiniz vardır ve daha da önemlisi bunları yiyecek iştahınız da. Oturur yemek yersiniz evcek. Alın teriniz, el emeğiniz, makarnanın buğusuna karışır ve sizi, başkalarının bin bir türlü yemeği zerrece ilgilendirmez.
İş dönüşü köprüden nasıl geçtiğinizi anlatırsınız sofrada. Martıları, gemileri, balıkçıları ve balıkları anlatırsınız hane halkına. Keyifle dinlerler sizi. ''Denizlerin kumuyum, balıkların puluyum'' diye türkü bile söylersiniz. Bir de bakarsınız ki, evin tüm duvarları, odaları, kapıları sizle birlikte söylemeye başlamış kürküyü. Çünkü o ev yaşıyordur.
''İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar, doğup ölenleri oldu, gidip gelenleri oldu'' diyen Behçet Necatigil, evlerin çeşitli hallerinden söz eder. Gerçekten de evlerin türlü türlü halleri vardır. Evlerde nice nice cinayetler işlenir, insanların ruhları öldürülür ve öteki insanların ruhu bile duymaz bu cinayetleri.
Kentin en güzel yerinde, kapısında gökkuşağı renkli begonviller bulunan evlerde, bir kadın, bir çocuk, bir adam yani bir insan, acısından çığlıklar atar, yine hiç kimsenin ruhu duymaz. Çünkü o evlerin içi oda oda üzüntüdür.
Unutmayalım ki evler, yaşamak için değil de sadece barınmak için kullanılmaya başlandığında ölüm sürecine girer...
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.