Yönetmen: David O. Russell
Oyuncular: Christian Bale, Margot Robbie, John David Washington, Chris Rock, Anya Taylor-Joy, Andrea Riseborough, Michael Shannon, Alessandro Nivola, Rami Malek, Mike Myers, Zoe Saldana, Timothy Olyphant, Taylor Swift ve Robert De Niro.
Amsterdam ile Russell, 1930’ların Amerika’sını çok başarılı dekor ve platoda esprili bir dille betimlerken, bir o kadar da ciddi konuyu anlatmayı deniyor.
-Ambargo nedeniyle, geçen hafta basın gösterimini izlediğimiz filmin eleştirisini bugün verebiliyoruz-
Filmi kategorize etmek istersek, yeni bir türü keşfediyorsunuz, “ciddi-komik.”
Amsterdam’ı tek tümceyle ifade etmek gerekirse, “sıcak bir karmaşa” olabilir.
Yıldızlar geçidi yapabilecek kadar zengin ve güçlü bir oyuncu kadrosu olan film, hamasi karakterler ve derin ilişkilerle örülen gerçek hayat komplolarını, nefes kesici bir sprint ile başlatmayı deniyor.
Öykü, karmaşayla dolu dış dünyayı temsil eden ABD ile; huzuru sembolize eden Amsterdam’ı ise sadelik metaforu ile anlatıyor.
David O. Russell, tarihin en karanlık dönemi, 1930’ların gizemini, faşizmin büyük komplosuyla bir yandan anlatıyor, öte taraftan çözüyor(!)
Dr. Berendsen, Harold Woodman ve Fransız hemşire Valerie, “birbirlerine göz kulak olacakları” konusunda bir anlaşma yaparlar.
Doktor ve avukat, Valerie’nin (mutluluğun şartı Amsterdam’da kalmak) itirazına rağmen Amerika’ya dönerler. Burada Doktor savaş mağdurlarına, ağrı kesiciler ve diğer onaylanmamış deneylerle yardımcı olmaya çalışır. Avukat Harold’ın yasal çerçeve desteği olurken, ikili bir gaziler derneği kurarlar.
İYİLER HER ZAMAN KAZANIR MI?
“Amsterdam” vaatlerle başlıyor ve Robert DeNiro'nun canlandırdığı ünlü bir Deniz generali ve Dünya Savaşı gazisi etrafında inşa ederken (Gil Sullivan), gerçek generalin yaptığı konuşma ile bire bir aynı konuşma ve heyecan verici bir finalle noktalıyor.
Timothy Olyphant, fanatik nazi bir tetikçiyi oynuyor. Irkçı tıp kurumunun elinden gelenin en iyisini yapmasına izin vermesi için kendisini “Portekizli” olarak tanıtması gereken bir hemşirenin (Zoe Saldana) gerçekleştirdiği tüyler ürpertici bir otopsi sahnesi bulunuyor.
Ve birkaç kuş gözlemci “işadamı” (Michael Shannon ve Mike Myers ) ve zengin kız Valerie'nin (Rami Malek ve Anya Taylor-Joy) üstenci akrabaları, bir noktada yardıma ihtiyacı olan üç kafadarı, büyük bir tuzağa davet edecek casuslardır.
IRKÇILIĞIN POST MODERN RESMİ
“Amsterdam” bize biraz 1930'ların öjenilerini(*), Alman göçmenleri (Alman Amerikan Bund ) ve anti-demokratik eğilimlere sahip yerli Amerikalıları anlatıyor.
(*)Öjeni: sağlıksız ceninleri ayırıp sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arayan, bilimselliği tartışmalı bir toplumsal akım.
Şatafatlı oyuncu kadrosu neredeyse tekdüze birçok sahne ve çekim için gereksiz görünüyor.
Bale, Washington, Robbie, Chris Rock ve Myers'ın çizgi romanları kıskandıran zamanlamaları da sizi gerçeklikten uzaklaştırıyor.
Ve Robbie, Saldana, Taylor-Joy ve Swift'in varlığının fark edilmesi, onların makyajı, aydınlatılması ve fotoğraflanması, muhteşem film yıldızlarının ve bir şarkıcının nasıl filme alınacağına dair başarılı bir çalışma örneği olmuş.
Aynı derecede etkileyici Andrea Riseborough , şekli bozuk doktorun eve gelmeye çalıştığı manipülatif Anti-Semitik üst sınıf eşi oynuyor. Riseborough, filmi sadece birkaç sahne ve zekice düşünülmüş jestlerle çalıyor. Ailesi kocasını asla “kabul etmeyecek” ve buna razı olan bir eşin aurasına sahip bir kadını başarıyla oynuyor.
YAKIŞMAYAN MALZEMEYLE YEMEK…
Yıldızlar karması film, birbirine yakışmayan her biri çok güzel malzemeyle, kötü bir yemeğin nasıl yapılacağını gösteriyor.
Hızlı konuşma diyaloglarından bazıları eğlenceli "Kocanıza General mi diyorsunuz?" / "Sadece hafta içi günlerde" ve özellikle Christian Bale’in dili, Coen kardeşler benzeri karmaşıklığı ile eğleniyor.
KARANLIK ÇAĞIN YÜKSELİŞİ
Russell, Robbie'nin Valerie'sine, tarihin karanlık geçitlerinin dünyanın her birkaç on yılda bir uyandığı “tekrarlanan bir rüya” olduğu konusunda bir söz veriyor. İtalya, Macaristan, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin ve Amerika'da faşistlerin yükselişte olduğu ve Liberal Demokrasi Çağı'nı sona erdirmek için komplo kurduğu yeni bir karanlık çağda bocalıyoruz.
Russell, Amesterdam ile bize, ırkçılık, beyaz üstünlüğü ve ahlaksız, devletsiz, tek “yönetici sınıf” olarak belirlenen süper zenginlerin yeni bir şey olmadığını gösteriyor. Ve insanlara, “Eşitlik, adalet, özgürlük ve ifade özgürlüğünün olanaklarını anımsatan vahalar değil. Her zaman ışığı görebileceğimiz bir ‘Amsterdam’ vardır.” mesajını veriyor.”
Sanki bir dış ses, 470 yılında yobazlar tarafından, etleri parça parça koparılarak öldürüldükten sonra, bu olayı ya da Filozof, Hypatia’yı değil de, öldürülme ritüelini, seviyor sevmiyor falı görüntüsüyle kalabalıklara tekrarlatan karanlık güce selam veriyor.
Oyuncular: Christian Bale, Margot Robbie, John David Washington, Chris Rock, Anya Taylor-Joy, Andrea Riseborough, Michael Shannon, Alessandro Nivola, Rami Malek, Mike Myers, Zoe Saldana, Timothy Olyphant, Taylor Swift ve Robert De Niro.
Amsterdam ile Russell, 1930’ların Amerika’sını çok başarılı dekor ve platoda esprili bir dille betimlerken, bir o kadar da ciddi konuyu anlatmayı deniyor.
-Ambargo nedeniyle, geçen hafta basın gösterimini izlediğimiz filmin eleştirisini bugün verebiliyoruz-
Filmi kategorize etmek istersek, yeni bir türü keşfediyorsunuz, “ciddi-komik.”
Amsterdam’ı tek tümceyle ifade etmek gerekirse, “sıcak bir karmaşa” olabilir.
Yıldızlar geçidi yapabilecek kadar zengin ve güçlü bir oyuncu kadrosu olan film, hamasi karakterler ve derin ilişkilerle örülen gerçek hayat komplolarını, nefes kesici bir sprint ile başlatmayı deniyor.
Öykü, karmaşayla dolu dış dünyayı temsil eden ABD ile; huzuru sembolize eden Amsterdam’ı ise sadelik metaforu ile anlatıyor.
David O. Russell, tarihin en karanlık dönemi, 1930’ların gizemini, faşizmin büyük komplosuyla bir yandan anlatıyor, öte taraftan çözüyor(!)
Dr. Berendsen, Harold Woodman ve Fransız hemşire Valerie, “birbirlerine göz kulak olacakları” konusunda bir anlaşma yaparlar.
Doktor ve avukat, Valerie’nin (mutluluğun şartı Amsterdam’da kalmak) itirazına rağmen Amerika’ya dönerler. Burada Doktor savaş mağdurlarına, ağrı kesiciler ve diğer onaylanmamış deneylerle yardımcı olmaya çalışır. Avukat Harold’ın yasal çerçeve desteği olurken, ikili bir gaziler derneği kurarlar.
İYİLER HER ZAMAN KAZANIR MI?
“Amsterdam” vaatlerle başlıyor ve Robert DeNiro'nun canlandırdığı ünlü bir Deniz generali ve Dünya Savaşı gazisi etrafında inşa ederken (Gil Sullivan), gerçek generalin yaptığı konuşma ile bire bir aynı konuşma ve heyecan verici bir finalle noktalıyor.
Timothy Olyphant, fanatik nazi bir tetikçiyi oynuyor. Irkçı tıp kurumunun elinden gelenin en iyisini yapmasına izin vermesi için kendisini “Portekizli” olarak tanıtması gereken bir hemşirenin (Zoe Saldana) gerçekleştirdiği tüyler ürpertici bir otopsi sahnesi bulunuyor.
Ve birkaç kuş gözlemci “işadamı” (Michael Shannon ve Mike Myers ) ve zengin kız Valerie'nin (Rami Malek ve Anya Taylor-Joy) üstenci akrabaları, bir noktada yardıma ihtiyacı olan üç kafadarı, büyük bir tuzağa davet edecek casuslardır.
IRKÇILIĞIN POST MODERN RESMİ
“Amsterdam” bize biraz 1930'ların öjenilerini(*), Alman göçmenleri (Alman Amerikan Bund ) ve anti-demokratik eğilimlere sahip yerli Amerikalıları anlatıyor.
(*)Öjeni: sağlıksız ceninleri ayırıp sağlıklı ceninler yetiştirmenin yollarını arayan, bilimselliği tartışmalı bir toplumsal akım.
Şatafatlı oyuncu kadrosu neredeyse tekdüze birçok sahne ve çekim için gereksiz görünüyor.
Bale, Washington, Robbie, Chris Rock ve Myers'ın çizgi romanları kıskandıran zamanlamaları da sizi gerçeklikten uzaklaştırıyor.
Ve Robbie, Saldana, Taylor-Joy ve Swift'in varlığının fark edilmesi, onların makyajı, aydınlatılması ve fotoğraflanması, muhteşem film yıldızlarının ve bir şarkıcının nasıl filme alınacağına dair başarılı bir çalışma örneği olmuş.
Aynı derecede etkileyici Andrea Riseborough , şekli bozuk doktorun eve gelmeye çalıştığı manipülatif Anti-Semitik üst sınıf eşi oynuyor. Riseborough, filmi sadece birkaç sahne ve zekice düşünülmüş jestlerle çalıyor. Ailesi kocasını asla “kabul etmeyecek” ve buna razı olan bir eşin aurasına sahip bir kadını başarıyla oynuyor.
YAKIŞMAYAN MALZEMEYLE YEMEK…
Yıldızlar karması film, birbirine yakışmayan her biri çok güzel malzemeyle, kötü bir yemeğin nasıl yapılacağını gösteriyor.
Hızlı konuşma diyaloglarından bazıları eğlenceli "Kocanıza General mi diyorsunuz?" / "Sadece hafta içi günlerde" ve özellikle Christian Bale’in dili, Coen kardeşler benzeri karmaşıklığı ile eğleniyor.
KARANLIK ÇAĞIN YÜKSELİŞİ
Russell, Robbie'nin Valerie'sine, tarihin karanlık geçitlerinin dünyanın her birkaç on yılda bir uyandığı “tekrarlanan bir rüya” olduğu konusunda bir söz veriyor. İtalya, Macaristan, Rusya, Fransa, İngiltere, Çin ve Amerika'da faşistlerin yükselişte olduğu ve Liberal Demokrasi Çağı'nı sona erdirmek için komplo kurduğu yeni bir karanlık çağda bocalıyoruz.
Russell, Amesterdam ile bize, ırkçılık, beyaz üstünlüğü ve ahlaksız, devletsiz, tek “yönetici sınıf” olarak belirlenen süper zenginlerin yeni bir şey olmadığını gösteriyor. Ve insanlara, “Eşitlik, adalet, özgürlük ve ifade özgürlüğünün olanaklarını anımsatan vahalar değil. Her zaman ışığı görebileceğimiz bir ‘Amsterdam’ vardır.” mesajını veriyor.”
Sanki bir dış ses, 470 yılında yobazlar tarafından, etleri parça parça koparılarak öldürüldükten sonra, bu olayı ya da Filozof, Hypatia’yı değil de, öldürülme ritüelini, seviyor sevmiyor falı görüntüsüyle kalabalıklara tekrarlatan karanlık güce selam veriyor.