Ne tarafa yüzümü çevirsem ekonomik kriz nârâlarını duyuyorum, kimi görsem ekonomik krizden bahsediyor… “Ekonomik olarak çöküyoruz!”, “Gelecek Türk Lirası açısından hiç de parlak görünmüyor!”, “Dövizin inanılmaz yükselişine şahitlik edeceğiz!”, nevinden cümleler arasında kıvrılan bir hayatta yaşıyoruz!
Halkın da hakkı yok desek yalan! Bu kadar derin bir krizde pek tabii olarak her yerde para lafı ediyor ve her ân para bulmak için debeleniyor… İşte böyle vahim durumlardadır ki para, insanın hayatını kolaylaştırmak için varolan bir metayken, insanın hayatının ana gayesi haline gelir. Artık paranın temas etmediği hiçbir yer ve de zaman hayattan sayılmaz…
Yokluksa para yokluğudur hissedilen…
Mutluluksa, paradan geldiğine inanılandır…
Tüm o ucuz eski neşeler ve eğlenceler, “sıkıcı bedava” tasnifi altına sokulup unutulmanın kara deliğine atılır…
Sadece geleneklere değildir bu metalaşmış hayatın zararı… Kültür ve görgü kuralları da bu para yüklü meta hayatın altında ezilmekten kurtulamazlar!
Sonrası mı?...
Ve binlerce yıldır insanoğlunun karınca yuvası inşa eden bir karınca titizliğiyle biriktirdiği medeniyet birkaç yılda tarumar edilir!
Medenî insanlara has hasletler acımasızca tüketilir; kültür yalnızca para sahibi kişilerin tırmanabileceği bir dağa taşınır… Şehir kültürü denilen, birlikte yaşamanın erdemi etrafında şekillenen hayat tarzı yaralanır… Karşılıklı hoşgörü ve saygı duyuş zedelenir…
Bir zamanlar onlarca tiyatronun perde açtığı caddelerde bir tek tiyatro kalmaz! Her taraf para getiren olduğundan kutsanan yabancılara hitap eden mekânlarla doldurulur…
Kebapçılar, tatlıcılar ve daha nice alaturka mekân…
Atatürk’ün yeni bir medeniyetin inşaı için getirdiği inkılâplar, o birkaç yılda asırlık ilerleme kaydeden işler bir ânda terk edilir…
Ne uğruna mı? Sormayınız, para uğruna!
Sonra kendi kültüründen kopuk, görgü kurallarından alabildiğine uzak ve hödük, bilmediği her mevzuda ses çıkaran bir dilli düdük haline geliriz ki toplum cinnet toplumuna böyle bireylerin baskın gelmesiyle dönüşür!
Ne oynansa sahnelerde, ne gösterilse sinemalarda, ne okunsa kitaplarda nâfiledir… Kibar olmak için çaba sarfeden medeniler “beyaz Türkler” ve “elitistler” diye diye sindirilmiştir çoktan… Onların kurallarının geçerli olduğu ortamlar da yerle bir edilmiştir…
Kuralsızlık ve kültürsüzlük arasında gelip giden bir kültürsüzlük karması sarkaçtır yaşamak! Hangi ideolojinin zafiyetini bulduysa sağ ya da sol fark etmeksizin o boşlukta ilerleyen bu kültürsüzlük, isteyerek-istemeyerek ideolojilerin büyüttüğü bir ideolojisizlik olarak terminolojideki yerini alır!
Rahatsızlık duyanlara da sadece bu vahametin kara mizahını hissedebilmenin buruk neşesi düşer!
Pazartesi günü çok sevgili ağabeyim Şemsi İnkaya ile Beyoğlu’nda, İstiklâl Caddesi’nde yürüyorduk. İki genç erkek yan yana yürüyorlardı önümüzden. Biri, diğerine sordu, “Nasıl buldun Taksim’i?(1)”. Yanındaki genç nerede bulunduğundan habersiz ve umursamaz cevaplar, “Çok beğendim ama Samsun’a benzemiyor kanka!”… Şemsi Ağabeyle birbirimize bakıp gülüştük. Sonra Şemsi Ağabey yüzünü gölgeleyen hüzünle, “Beyoğlu’ndayız ama inan ki Beyoğlu’na benzemiyor…” deyiverdi… Bu sözün üzerine, olanca ciddiyetimizle kara mizahın mizahını atıp, kararıvermiştik…
(1) Maalesef Beyoğlu, İstiklal Caddesi çok kişi tarafından yanlış olduğu halde Taksim olarak zikredilir. Hâlbuki Taksim sadece meydan ve etrafından ibaret bir mevkidir.
Halkın da hakkı yok desek yalan! Bu kadar derin bir krizde pek tabii olarak her yerde para lafı ediyor ve her ân para bulmak için debeleniyor… İşte böyle vahim durumlardadır ki para, insanın hayatını kolaylaştırmak için varolan bir metayken, insanın hayatının ana gayesi haline gelir. Artık paranın temas etmediği hiçbir yer ve de zaman hayattan sayılmaz…
Yokluksa para yokluğudur hissedilen…
Mutluluksa, paradan geldiğine inanılandır…
Tüm o ucuz eski neşeler ve eğlenceler, “sıkıcı bedava” tasnifi altına sokulup unutulmanın kara deliğine atılır…
Sadece geleneklere değildir bu metalaşmış hayatın zararı… Kültür ve görgü kuralları da bu para yüklü meta hayatın altında ezilmekten kurtulamazlar!
Sonrası mı?...
Ve binlerce yıldır insanoğlunun karınca yuvası inşa eden bir karınca titizliğiyle biriktirdiği medeniyet birkaç yılda tarumar edilir!
Medenî insanlara has hasletler acımasızca tüketilir; kültür yalnızca para sahibi kişilerin tırmanabileceği bir dağa taşınır… Şehir kültürü denilen, birlikte yaşamanın erdemi etrafında şekillenen hayat tarzı yaralanır… Karşılıklı hoşgörü ve saygı duyuş zedelenir…
Bir zamanlar onlarca tiyatronun perde açtığı caddelerde bir tek tiyatro kalmaz! Her taraf para getiren olduğundan kutsanan yabancılara hitap eden mekânlarla doldurulur…
Kebapçılar, tatlıcılar ve daha nice alaturka mekân…
Atatürk’ün yeni bir medeniyetin inşaı için getirdiği inkılâplar, o birkaç yılda asırlık ilerleme kaydeden işler bir ânda terk edilir…
Ne uğruna mı? Sormayınız, para uğruna!
Sonra kendi kültüründen kopuk, görgü kurallarından alabildiğine uzak ve hödük, bilmediği her mevzuda ses çıkaran bir dilli düdük haline geliriz ki toplum cinnet toplumuna böyle bireylerin baskın gelmesiyle dönüşür!
Ne oynansa sahnelerde, ne gösterilse sinemalarda, ne okunsa kitaplarda nâfiledir… Kibar olmak için çaba sarfeden medeniler “beyaz Türkler” ve “elitistler” diye diye sindirilmiştir çoktan… Onların kurallarının geçerli olduğu ortamlar da yerle bir edilmiştir…
Kuralsızlık ve kültürsüzlük arasında gelip giden bir kültürsüzlük karması sarkaçtır yaşamak! Hangi ideolojinin zafiyetini bulduysa sağ ya da sol fark etmeksizin o boşlukta ilerleyen bu kültürsüzlük, isteyerek-istemeyerek ideolojilerin büyüttüğü bir ideolojisizlik olarak terminolojideki yerini alır!
Rahatsızlık duyanlara da sadece bu vahametin kara mizahını hissedebilmenin buruk neşesi düşer!
Pazartesi günü çok sevgili ağabeyim Şemsi İnkaya ile Beyoğlu’nda, İstiklâl Caddesi’nde yürüyorduk. İki genç erkek yan yana yürüyorlardı önümüzden. Biri, diğerine sordu, “Nasıl buldun Taksim’i?(1)”. Yanındaki genç nerede bulunduğundan habersiz ve umursamaz cevaplar, “Çok beğendim ama Samsun’a benzemiyor kanka!”… Şemsi Ağabeyle birbirimize bakıp gülüştük. Sonra Şemsi Ağabey yüzünü gölgeleyen hüzünle, “Beyoğlu’ndayız ama inan ki Beyoğlu’na benzemiyor…” deyiverdi… Bu sözün üzerine, olanca ciddiyetimizle kara mizahın mizahını atıp, kararıvermiştik…
(1) Maalesef Beyoğlu, İstiklal Caddesi çok kişi tarafından yanlış olduğu halde Taksim olarak zikredilir. Hâlbuki Taksim sadece meydan ve etrafından ibaret bir mevkidir.