Mor. Güneş yükseldi ve kızıl ışıkları Ege’nin karanlık mavi sularına vurdu. Her taraf mor bir renge büründü. Missolonghi’nin küçük beyaz evleri koyu bir erguvan moruna boyandı. ‘Palaşkerme’ tipindeki yelkenli gemi mor ışıklarla yıkanırken, askerler ön güvertede tören düzeni aldı.
Yüksek küpeşteli gemi, şimdi boylu boyunca güneşin mor ışıkları altındaydı. Geminin ön ve arka güvertesine, sintine boşluklarına, aşozlarına, aynalıklarına özenle istiflenmiş silahlar da bir anda aydınlandı. Çeşitli çaplardaki Lombardiya topları, İngiliz ve Fransız tüfekleri, el bombaları, kılıçlar ve cephane sandıkları bir bir ortaya çıktı.
Paralı askerlerden oluşan ve Sulioten adı verilen denizciler, kusursuz bir tören düzeni aldıktan sonra başlarını kaldırıp, kaptan köprüsünü izlemeye başladılar. Derken, baş kasaranın en üstündeki küçük kamaranın pembeli mavili vitraylarla süslü ahşap kapısı açıldı ve eşikte bir ‘Aşil’ belirdi.
Evet. Eşikte bir Aşil ya da Akhilleus belirdi. Efsanelere karışmış Truva Savaşları’nın en ünlü siması, Yunanlı yarı ilah Aşil, oracıkta duruyordu işte. Başındaki gümüş miğfer, parlak bir kırmızıya boyalı yüksek bir at yelesiyle süslenmişti. Geniş göğsü, gümüş kakmalı bir zırh içinde tümüyle çıplaktı. Zırhından dizlerine kadar sarkan deri şeritler dışında çıplak sayılırdı zaten. Bir elinde uzun bir Sarissa mızrağı, kalkanlı öteki elinde de bir ‘Hoplit’ kılıcı vardı.
‘Aşil’, birçok Yunan gemisinde kötü ruhları kovsun diye yedi basamak olarak yapılmış merdivenlerden yavaşça indi. Sulioten’lar, bu kadar yakınlarına gelmiş olan adamın, gözlerine zeytin yeşili bir sürme çektiğini ve yanaklarını bir toz boya ile pespembe boyamış olduğunu görebiliyorlardı.
Yunanlı mitolojik kahraman Aşil kıyafetindeki adam, güvertede sıralanmış paralı askerleri inceledi. Soluklandı ve haykırdı: “Haydi şöhrete, haydi altına”. Tarih 13 Temmuz 1823’tü. Osmanlılara isyan eden Yunanlıların tıka basa silah ve paralı askerle yüklü Hercules gemisi, iki üç ay sonra Türklerle Yunanlılar arasında kanlı boğazlaşmaların yaşanacağı Tripolitza’ya doğru yelken açtı…
Gemi yavaşça ilerlerken, Aşil kıyafetindeki adam da sağ ayağını kalkanıyla gizleyip, yalpalayarak basamakları çıktı ve kaptan köşküne girdi. Afyondan damıtılmış laudanum şişesini başına dikip birkaç yudum aldı. Titreyen elleriyle çekmecesini açıp, mektup kağıtlarını çıkardı. Ucunu mürekkeplediği kamış bir kalemle ‘Nereye gidersem gideyim, yanımda hep sen olacaksın’ diye yazdı.
Dizeleri sürdürdü. Şiirin sonlarına doğru, ‘Kaderimden iki şey istiyorum’ dedi ve şiiri, ‘Özgürce dolaşabileceğim bir dünya ve içinde seninle birlikte olabileceğim bir ev’ diye noktaladı. Sonra da büyük harflerle şiirin başlığını yazdı: ‘Benim tatlı kız kardeşim, sevgilim’…
Hayranları tarafından ‘Şiirin Napolyonu’, ‘Mısralar İmparatoru’, ‘Şiir Tanrısı’ gibi görkemli unvanlarla taçlandırılan İngiliz şair Lord Byron, bir kız kardeşe yazılması pek de düşünülemeyecek şiirini böylece bitirdi…
Tam adı George Gordon Byron ve edebiyat dünyasındaki adı da Lord Byron olan İngiliz şair, 22 Ocak 1788’de Londra'da doğdu. Doğumundan bir yıl sonra resmen Lord olan Byron, on üç yaşında Harrow’da eğitime başladı.
Byron, ömrü boyunca bütün davranışlarını, hayata bakışını, sanatını ve bir anlamda kaderini belirleyen cinsellikle çok küçük yaşta tanıştı. Henüz yedi yaşındayken, kendisinden on yaş kadar büyük olan kuzeni Mary Duff ‘ın cinsel ilgisiyle karşılaştı. Evde yatıp kalkmakta olan Mary Duff, sonraki günlerde işi iyice ileriye götürdü ve henüz küçük bir çocuk olan Byron’u her gece yatağına almaya başladı. Byron bir sabah ‘canının çok yandığını’ söyleyerek durumu ailesine anlatınca Mary Duff evden uzaklaştırıldı.
Lord Byron’un yaşamı boyunca duygu ve davranışlarını etkileyen bir başka etken de doğuştan sakatlığı oldu. Byron, içe dönük ve gelişmemiş bir sağ ayakla doğdu. Eşcinselliğini, biseksüelliğini pek gizlemeyen Byron, ayağındaki sakatlığı ise yaşadığı sürece gizlemeye çalıştı. Özel ayakkabılar, özel pantolonlar giydi, tuhaf ve sallantılı bir yürüyüş biçimi geliştirdi.
Derken, Byron’u İngiltere’den koparıp atacak olay da meydana geldi. Londra gazeteleri, Lord Byron’un üvey kız kardeşi Augusta Leigh ile hem de çok uzun bir süredir ensest bir ilişki içinde olduğunu yazdılar. Byron, sonunda İngiltere’yi terk etmek zorunda kaldı.
İsviçre, İtalya ve Türkiye’yi dolaştı. Edebiyat çalışmalarını da aksatmadı. Kendini sürgüne gönderilmiş gibi hissettiği acılı günlerinden birinde, Babil’e sürgüne giden Yahudilerin yüzlerce yıl önce söylediği bir türküden esinlenerek yazdığı ve en ünlü şiirlerinden biri olan By the Rivers of Babylon, Byron’dan yıllar sonra yeniden meşhur oldu. Boney M, Sinead O’Connor, Seventies gibi ünlü müzikçiler tarafından seslendirilen şarkı, pop müzik listelerinin tepesine yerleşti.
Osmanlı yönetimi altında bulunan Yunanistan’da bağımsızlık eylemleri başlayınca Lord Byron hemen bu ülkeye gitti. Yüksek miktarda para harcayarak eski bir ticaret gemisini savaş gemisi haline getirdi. Paralı askerlerden bir ordu devşirdi. Hercules adını verdiği gemiyi ağzına kadar silahla doldurdu ve paralı askerlerine ‘Osmanlı Padişahının hazinesini dağıtmak’ vaadinde bulundu. Aşil kılığına bürünerek Hercules gemisinin kaptanlığını yaptı.
Nedir, işler Byron’un umduğu kadar kolay gitmedi. İlk şaşkınlığı atlatan Osmanlı güçleri, Yunanlılara karşı saldırıya geçtiler. Altınları alamayacaklarını anlayan paralı askerler, Byron’u soyup soğana çevirdikten sonra kaçtılar. Byron’un faaliyetlerini öğrenen Yunanistan’daki Osmanlı kuvvetlerinin komutanı olan Paşa, ‘bu zülüflü oğlanın yerini bildirene yüz altın vereceğim’ diye duyuru yaptırınca, Byron hiçbir yerde barınamaz oldu. Zaten uzun yıllardır kullandığı alkol ve afyon türevli uyuşturucular yüzünden iyice yıpranmıştı. Saklanmak için dolaşıp durduğu dağlarda, ateşli bir hastalığa yakalandı.
Son sevgilisi olan Yunanlı genç, doktoru ve birkaç adamıyla birlikte sığındığı Missolonghi’deki bir evde, 19 Nisan 1823’te sabaha karşı öldü.
Ölüm haberi İngiltere’ye ulaştığında Byron hayranları yasa büründüler. Onun için ‘ihtilalci, filozof, şair, dışlanmış, oğlancılık kurbanı, eşcinsellik avukatı, biseksüel aşıkların efsanesi ve özgürlük savaşçısı’ diye anonim bir şiir yazarak ölüm ilanıyla birlikte gazetelerde yayımlattılar.
Bütün bu sıfatların hepsi doğruydu. Nedir, Lord Byron’ı gerçeğe en yakın şekilde tanıtan sözleri, bir kadın, eski sevgilisi Lady Caroline Lamb söyledi:
‘Kötü, deli ve tehlikeli’…
Yüksek küpeşteli gemi, şimdi boylu boyunca güneşin mor ışıkları altındaydı. Geminin ön ve arka güvertesine, sintine boşluklarına, aşozlarına, aynalıklarına özenle istiflenmiş silahlar da bir anda aydınlandı. Çeşitli çaplardaki Lombardiya topları, İngiliz ve Fransız tüfekleri, el bombaları, kılıçlar ve cephane sandıkları bir bir ortaya çıktı.
Paralı askerlerden oluşan ve Sulioten adı verilen denizciler, kusursuz bir tören düzeni aldıktan sonra başlarını kaldırıp, kaptan köprüsünü izlemeye başladılar. Derken, baş kasaranın en üstündeki küçük kamaranın pembeli mavili vitraylarla süslü ahşap kapısı açıldı ve eşikte bir ‘Aşil’ belirdi.
Evet. Eşikte bir Aşil ya da Akhilleus belirdi. Efsanelere karışmış Truva Savaşları’nın en ünlü siması, Yunanlı yarı ilah Aşil, oracıkta duruyordu işte. Başındaki gümüş miğfer, parlak bir kırmızıya boyalı yüksek bir at yelesiyle süslenmişti. Geniş göğsü, gümüş kakmalı bir zırh içinde tümüyle çıplaktı. Zırhından dizlerine kadar sarkan deri şeritler dışında çıplak sayılırdı zaten. Bir elinde uzun bir Sarissa mızrağı, kalkanlı öteki elinde de bir ‘Hoplit’ kılıcı vardı.
‘Aşil’, birçok Yunan gemisinde kötü ruhları kovsun diye yedi basamak olarak yapılmış merdivenlerden yavaşça indi. Sulioten’lar, bu kadar yakınlarına gelmiş olan adamın, gözlerine zeytin yeşili bir sürme çektiğini ve yanaklarını bir toz boya ile pespembe boyamış olduğunu görebiliyorlardı.
Yunanlı mitolojik kahraman Aşil kıyafetindeki adam, güvertede sıralanmış paralı askerleri inceledi. Soluklandı ve haykırdı: “Haydi şöhrete, haydi altına”. Tarih 13 Temmuz 1823’tü. Osmanlılara isyan eden Yunanlıların tıka basa silah ve paralı askerle yüklü Hercules gemisi, iki üç ay sonra Türklerle Yunanlılar arasında kanlı boğazlaşmaların yaşanacağı Tripolitza’ya doğru yelken açtı…
Gemi yavaşça ilerlerken, Aşil kıyafetindeki adam da sağ ayağını kalkanıyla gizleyip, yalpalayarak basamakları çıktı ve kaptan köşküne girdi. Afyondan damıtılmış laudanum şişesini başına dikip birkaç yudum aldı. Titreyen elleriyle çekmecesini açıp, mektup kağıtlarını çıkardı. Ucunu mürekkeplediği kamış bir kalemle ‘Nereye gidersem gideyim, yanımda hep sen olacaksın’ diye yazdı.
Dizeleri sürdürdü. Şiirin sonlarına doğru, ‘Kaderimden iki şey istiyorum’ dedi ve şiiri, ‘Özgürce dolaşabileceğim bir dünya ve içinde seninle birlikte olabileceğim bir ev’ diye noktaladı. Sonra da büyük harflerle şiirin başlığını yazdı: ‘Benim tatlı kız kardeşim, sevgilim’…
Hayranları tarafından ‘Şiirin Napolyonu’, ‘Mısralar İmparatoru’, ‘Şiir Tanrısı’ gibi görkemli unvanlarla taçlandırılan İngiliz şair Lord Byron, bir kız kardeşe yazılması pek de düşünülemeyecek şiirini böylece bitirdi…
Tam adı George Gordon Byron ve edebiyat dünyasındaki adı da Lord Byron olan İngiliz şair, 22 Ocak 1788’de Londra'da doğdu. Doğumundan bir yıl sonra resmen Lord olan Byron, on üç yaşında Harrow’da eğitime başladı.
Byron, ömrü boyunca bütün davranışlarını, hayata bakışını, sanatını ve bir anlamda kaderini belirleyen cinsellikle çok küçük yaşta tanıştı. Henüz yedi yaşındayken, kendisinden on yaş kadar büyük olan kuzeni Mary Duff ‘ın cinsel ilgisiyle karşılaştı. Evde yatıp kalkmakta olan Mary Duff, sonraki günlerde işi iyice ileriye götürdü ve henüz küçük bir çocuk olan Byron’u her gece yatağına almaya başladı. Byron bir sabah ‘canının çok yandığını’ söyleyerek durumu ailesine anlatınca Mary Duff evden uzaklaştırıldı.
Lord Byron’un yaşamı boyunca duygu ve davranışlarını etkileyen bir başka etken de doğuştan sakatlığı oldu. Byron, içe dönük ve gelişmemiş bir sağ ayakla doğdu. Eşcinselliğini, biseksüelliğini pek gizlemeyen Byron, ayağındaki sakatlığı ise yaşadığı sürece gizlemeye çalıştı. Özel ayakkabılar, özel pantolonlar giydi, tuhaf ve sallantılı bir yürüyüş biçimi geliştirdi.
Derken, Byron’u İngiltere’den koparıp atacak olay da meydana geldi. Londra gazeteleri, Lord Byron’un üvey kız kardeşi Augusta Leigh ile hem de çok uzun bir süredir ensest bir ilişki içinde olduğunu yazdılar. Byron, sonunda İngiltere’yi terk etmek zorunda kaldı.
İsviçre, İtalya ve Türkiye’yi dolaştı. Edebiyat çalışmalarını da aksatmadı. Kendini sürgüne gönderilmiş gibi hissettiği acılı günlerinden birinde, Babil’e sürgüne giden Yahudilerin yüzlerce yıl önce söylediği bir türküden esinlenerek yazdığı ve en ünlü şiirlerinden biri olan By the Rivers of Babylon, Byron’dan yıllar sonra yeniden meşhur oldu. Boney M, Sinead O’Connor, Seventies gibi ünlü müzikçiler tarafından seslendirilen şarkı, pop müzik listelerinin tepesine yerleşti.
Osmanlı yönetimi altında bulunan Yunanistan’da bağımsızlık eylemleri başlayınca Lord Byron hemen bu ülkeye gitti. Yüksek miktarda para harcayarak eski bir ticaret gemisini savaş gemisi haline getirdi. Paralı askerlerden bir ordu devşirdi. Hercules adını verdiği gemiyi ağzına kadar silahla doldurdu ve paralı askerlerine ‘Osmanlı Padişahının hazinesini dağıtmak’ vaadinde bulundu. Aşil kılığına bürünerek Hercules gemisinin kaptanlığını yaptı.
Nedir, işler Byron’un umduğu kadar kolay gitmedi. İlk şaşkınlığı atlatan Osmanlı güçleri, Yunanlılara karşı saldırıya geçtiler. Altınları alamayacaklarını anlayan paralı askerler, Byron’u soyup soğana çevirdikten sonra kaçtılar. Byron’un faaliyetlerini öğrenen Yunanistan’daki Osmanlı kuvvetlerinin komutanı olan Paşa, ‘bu zülüflü oğlanın yerini bildirene yüz altın vereceğim’ diye duyuru yaptırınca, Byron hiçbir yerde barınamaz oldu. Zaten uzun yıllardır kullandığı alkol ve afyon türevli uyuşturucular yüzünden iyice yıpranmıştı. Saklanmak için dolaşıp durduğu dağlarda, ateşli bir hastalığa yakalandı.
Son sevgilisi olan Yunanlı genç, doktoru ve birkaç adamıyla birlikte sığındığı Missolonghi’deki bir evde, 19 Nisan 1823’te sabaha karşı öldü.
Ölüm haberi İngiltere’ye ulaştığında Byron hayranları yasa büründüler. Onun için ‘ihtilalci, filozof, şair, dışlanmış, oğlancılık kurbanı, eşcinsellik avukatı, biseksüel aşıkların efsanesi ve özgürlük savaşçısı’ diye anonim bir şiir yazarak ölüm ilanıyla birlikte gazetelerde yayımlattılar.
Bütün bu sıfatların hepsi doğruydu. Nedir, Lord Byron’ı gerçeğe en yakın şekilde tanıtan sözleri, bir kadın, eski sevgilisi Lady Caroline Lamb söyledi:
‘Kötü, deli ve tehlikeli’…